4 Nisan 2009 Cumartesi

NEŞE GÜMÜŞ ve İSMAİL ACAR


Arkadaşımız Neşe Gümüş, Sayın İsmail Acar ile görüştü...

Neşe Gümüş: Merhabalar. Öncelikle sizi tanıyalım, İsmail Acar kimdir?
İsmail Acar: İsmail Acar Türkiye’de yaşayan ressamlardan biridir. 16 yaşında psikoloji okumak için İstanbul’a geldim. Bir yıl sonrasında güzel sanatlar fakültesinin varlığını farkettim. Güzel sanatlar fakültesini görünce resim okumak istediğime karar verdim. Ortaokuldan beri resim yapıyordum tabi. Sonra Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesini birincilikle bitirdim. Bunun akabinde mastır yaptım. Daha sonra da doktoraya başladım; ama akademik kariyer daha farklı bir formasyon gerektiriyordu ve bana göre olmadığını farkettim ve bireysel sergilere başladım.

NG: Psikoloji okumak için İstanbul’a geldiğinizi belirttiniz. Peki sizi ortaokulda resme iten neydi ya da sizin için doğal bir şekilde mi gelişti resim yapmaya başlamak?
İA: Aslında spontane gelişmedi. Bütün derslerin sıkıcılığından hep kitapların üst köşelerine birşeyler karalıyordum zaten; ama resim dersleri de olunca bu karalamalar yasal hale geldi. Yasal olmadığı zamanlar hocalar kitaptaki çizimleri görünce beraberinde bir azar ya da ceza da gelirdi; ama lise son sınıfta resim dersleri de başlayınca içten gelen bu çizim duygusu meşrulaştı ve daha keyifli hale geldi. O dönemlerde resim yapmayı bir meslek olarak düşünmüyordum çünkü Sivasın Suşehri kasabasında büyüdüm ve orada resme bakış açışı büyük şehirdeki gibi değildi. Başka bir mesleği yapacağımı ve resmi de keyfi bir aktivite olarak düşünmüştüm; ama lise sonda ki resim hocamın, resmi bir meslek olarak görebileceğim konusunda bir teşviki olmuştu tabi.

NG: Resimlerinizde hep tarihi konu alıyorsunuz. Bunun bir nedeni var mıdır?
İA: Yaptığıma göre vardır heralde (Gülerek cevaplıyor). Düşünmeden yapmanız zaten mümkün değil. Yani benim yapmaya çalıştığım şey toplumda bir bellek oluşturulması. Çünkü cumhuriyet dönemiyle birlikte yakın tarihe karşı toplumda bir belleksizlik, alakasızlık uyandırıldı. Bu alakasızlıkla birlikte, bana göre bir insanın kendi genlerini keşfedebilmesi için biraz da atalarına bakması lazım. Mesela annenizde ya da babanızda bir hastalık varsa eğer, o hastalığın sizde de olabileceğini ya da olamayacağını öğrenebilmeniz için genlerinize bakmanız lazım bu da onun gibi birşey. Ben aslında Türk toplumunun geleceğiyle ilgili şeyler yapıyorum yani siz her ne kadar bunu bir sultan portresi olarak ya da Bizans mozağiyi olarak görseniz de gelecekte doğacak olan ya da mevcut olan çocuğun yetişmesine katkı sağlayacak şeyler yapıyorum. Yani onun bir tür gen haritasını çıkarmak ve toplumun geleceği için bir kavram ve kültür oluşturmak amacım. Bunun için tarihsel çalışamaların önemi çok fazladır.

NG: 1600 yıllık geçmişi olan Ayasofya’da sizin tarafınızdan ilk defa büyük çapta bir sergi verildi. İlk olmak nasıl bir duygu?
İA: Ayasofya’nın Sami Boyer adlı küçük bir galerisi vardı bir oda kadar ve orada daha önceleri küçük küçük sergiler yapılıyordu; ama Ayasofya’yı 6000 metrekarelik bir alan olarak düşünürsek bu alanın sadece 20 metrekaresi kullanılıyordu bu da düşük bir orandı. Bunun yanında normal bir galeride bir ressamın resimlerini bütün sergi boyunca toplasanız 300 kişi izler. Bu mudur sanat toplum içindir anlayışı, galeride ki bir sergiyi 300 kişi izlerse, toplumun geri kalanı ne izleyecek? Bu anlamda da Ayasofya çok önemli bir alandı benim için. Ayasofya’da sergi yapmak istediğime karar verdim ve herkes komik karşıladı; ama neden olmasın diye düşündüm. Dönemin kültür bakanı İstemihan Talay’la konuştum ve fikrimi çok beğendi ve beni destekledi. Projemi hazırlamaya başladım birkaç sene sürdü; ama sonunda Ayasofya ve Sanal İzdüşümler adlı bir proje geliştirdim. Sonunda üst kat ve alt kat olmak üzere toplam 9000 metrekarelik bir alanda bir sergi gerçekleştirdim ve Ayasofya ilk kez gerçek anlamda bir ressama açıldı ve her alanı kullandım.

NG: Ayasofya’nın hakkını verdim diyorsunuz yani?
İA: Ayasofya’nın hakkını vermek çok zor; yani Ayasofya bizim hakkımızı veriyor her zaman. Tabi Ayasofya’ya küçük bir katkı sağlamadım değil. Çıkarken yeniden ışıklandırma sistemini yaptık ve bazı onarımlar için birtakım bağışlar yaptık çünkü bazı sponsorlarımız vardı ve sergiyle beraber mekanın içindeki bozuk yanlar ortaya çıktı. Ayasofya’ya aslında en önemli şeyi yaptık, barkod sistemi değişti giren çıkan ziyaretçi sayısının tam tescil edilebilmesi için. Çok ilgi çekti Ayasofya bu sayede ve çok kişi ziyaret etti. Mesela benim sergimi 350.000 kişi izledi ve basına çok yansıdı. Daha önce Ayasofya ile ilgili haber çıkmazken sergiden sonra büyük gazetelerin birinci sayfalarında haber oldu ve insanlar önemini anlamaya başladı. Ziyaretçi sayımız Çağdaş Türk Sanatı için çok büyüktü yani sadece bir ressamı bu kadar çok kişi izledi. Bir konserde bile bu kadar sayı elde etmek zordur; ama devamı gelmedi bu çalışmaların; çünkü ben bu projeyi yaparken diğer ressamlarında böyle projeler yapmasını amaçlıyordum; ama olmadı.

NG: Peki Ayasofya ve Sanal İzdüşümler serginizin dışında Türkiye’de sanatınıza istediğiniz ölçüde değer veriliyor mu?
İA: Alaka olarak halk yaptığım çalışmalara çok alakalı, sadece farketsin ve oraya gelsin. Bu anlamda halkın ilgisi yüksek. İzleyici kitlesinin ilgisinin yanında satın alacak kitlenin ilgisi de çok önemli. Çünkü bu ilgiyi siz yaratamazsanız sanat yapamazsınız. Yani bir koleksiyoner kitlesinin de karşınıza gelmesi gerek. Bu anlamda belkide Türkiye’de ki birçok sanatçıdan daha şanslı sayılabilirim.
NG: Gerek magazin basınında gerekse normal basında sizi ‘’Sosyetenin Ressamı’’ ya da ‘’Sosyetik Ressam’’ olarak nitelendiriyorlar. Bu sıfatları nasıl değerlendiriyorsunuz?
İA: Açıkçası bu tür konular beni çok ilgilendirmiyor, ben işimi yapmaya çalışıyorum. Mesela Ayasofya sergisinde, sergiyle ilgili ilk defa kötü bir eleştiri okudum gazetede ve hemen çalıştığımız halkla ilişkiler şirketini aradım ve ertesş günü bana bir dosya gönderdi. Basında bu sergiyle ilgili 3000 haber çıkmış ve sadece 1 tanesi kötü. Yani istatistiki olarak hiçbirşey ifade etmiyor. Bunun için bu kadar çok medyanın önünde haber olabiliyorsanız ya da siz Ayasofya’da sergi yaparken 350.000 kişi bu sergiyi dolaşıyorsa bu 350.000 kişiden 300 kişisi sosyeteyse ve ilk kez 300 sosyeteyi bir arada bir sergide görüyorsanız o zaman halkı görmezlikten geliyorsunuz demektir. Yani bu bence halka yapılan büyük bir haksızlık; çünkü halkı es geçip o 300 kişi üzerinden sanki o sergiyi sadece o 300 kişilik azınlık izlemiş gibi lanse etmektir. Yani normal bir vatandaş gelip o sergiyi izlediği zaman haber olmaz. Bunun yanında sergiyi izlemeye gelen bu 300 kişinin içinde çok önemli koleksiyonerler de vardı. Eğer bu insanlar sanat almazsa Türkiye’de sanatçılar aç kalır. Sanat sadece halkla gelişmez sanatın gelişmesi için mutlaka sermayenin olduğu bir yerin olması gerekir. Dünyada zaten sanatın olması için burjuvazinin olması gerekir; ama bu haberlere çok farklı yansıyor. Ben bunu artık çok fazla umursamıyorum zaten. Benim için en önemli şey dünyada ve Türkiye’de ne kadar yerde eseriniz var, kimler almış ve yurtdışına bugün Türkiye’den en çok resmi kim göndermiş. Bugün Resim Heykel Müzesi’nin kayıtlarına baktığınızda Türkiye Cumhuriyet’i tarihinde yurtdışına çıkan eserlerin toplamından daha fazla eser ben yurtdışına çıkarttım ve sattım. O yüzden bu kadar büyük işler yaparsanız kimse bu pastayı size çok kolay teslim etmez.
NG: Az önceki konuşmanızda da bahsettiğiniz gibi yurtdışına bir çok eser sattınız. Yurtdışında birçok dünyaca ünlü birçok kişinin evinde tablolarınız var bu nasıl bir duygu?
İA: Tabi hiçbir zaman yaptığınız işten emin olamıyorsunuz. Her sergi açıldığı zaman büyük bir boşluk içindesiniz yani kafanızda sanatınıza dair soru işaretlerinin olması bir yandan da bu insanların sizin resimlerinizi alması ve bu kadar önemli yerlere koyması bir yandan da takdir ediliyor olmak, insana güven getiriyor. Ben aslında kendine çok güvenen biri değilimdir; ama bu insanların ilgisi, müzelerin ilgisi ve yurtdışından gelen ilgi Türkiye’de ki bu kısır döngü içinde aslında iyi bir motivasyon oluyor. Diğer türlü Türkiye’de resim yapmak çok zor bu anlamda yurtdışından gelen bu ilgi aslında bir ilaç gibi geliyor.

NG: Peki Türk halkında belli bir kültürel ideoloji uyandırdığınızı düşünüyor musunuz?
İA: Yani yaptığım sergilerde açıkçası birebir de halkı düşünmüyorum. Benim asıl yaptığım şey halkın oturacağı tabanı düşünmek. Halk su gibi yani başka yerlere kayabilir; ama ben onlar için o platformu oluşturmaya çalışıyorum. Bu platform içinde de öyle fikirler var ki bana göre yani ben dünyanın birçok yerine gittiğimde görüyorum ki İtalyan bir İtalyan gibi resim yapıyor, Fransız bir Fransız gibi resim yapıyor, İranlı bir İranlı gibi resim yapıyor; ama Türk bir Türk gibi resim yapmıyor. Benim hep savunduğum şu ‘’Ben Türk gibi resim yapıyorum’’. Bizim Türk çağdaşlar da diyorlar ki ‘’Türk resim sanatının belirli bir geçmişi yok bunun için batı sanatını taban almak zorunda’’. Ben buna çok fazla karşı olmasam da böyle düşünmüyorum. Bence Türk resim sanatı, Türk sanatını taban alabilir. Gerek edebiyat olabilir, gerekse geleneksel sanatlarımız olabilir, bunları taban alıyorum ben ve bu tabanı kullandığım için Türk halkı da kendinden birşeyler bulabiliyor. Benim iddiam hep şu ki ‘’Türkler hep Türk gibi resim yapmalı’’. Bu yüzden Türk halkı beni takip edebiliyor hatta yenilikçi de buluyor. Yani Türk halkının beni anladığını düşünüyorum ve onların anladığı dilden konuşuyorum. Ben onların istediğini yapmadım, onların istediklerini yapmaları için taban oluşturdum.

NG: Teşekkürler. Önümüzdeki günlere dair yapmak istediğiniz projeler var mı?İA: Şuan hiçbir şey yapmak istemiyorum. Poltava diye bir bölge var Rusya ve Ukrayna sınırında. Sovyetler döneminde o bölgeyi Rus sanatçılara vermişler. Dostoyevski ve Gogol gibi sanatçıların evleri var orada ve günümüz Rus sanatçılarının da evleri var orada. Sonsuz bir doğa eşliğinde yaşıyorlar ve canları sıkıldıkça resim yapıyorlar, balık tutuyorlar, göle girip yüzüyorlar, elektrik bile kullanmıyorlar. Ben şimdi gidip orada yaşamak istiyorum bir süreliğine. Çünkü insanların böyle suni krizler üretmeleri ve bu suni krizlerle yaşamaya çalışmaları bana biraz zor geliyor. Sadece Türkiye’de değil mesela New York Bienal’i vardı ve 2009’daki Bienal iptal oldu. Yani bunun gibi yurtdışında ki birçok sanat organizasyonu iptal oldu; ama bunun yanında davetlisi olduğum Moskova sanat fuarı, Dubai’de yine bir sergim ve 2009 Floransa Bienal’i var. Bunun gibi yapılacak işler de var aslında hiçbir şey yapmak istemememe rağmen; ama tabi şuan Başbakanlığın birkaç duvar resmi projesi, yurtdışından belli siparişler ve Avrupa’nın önemli modacılarıyla çalışmalarım var. Aslında bu söylediklerim gündemdeki projelerin yarısı olarak kalır; ama ben aslında kaçmak istiyorum, biraz da kendimden kaçmak istiyorum. Çünkü bugüne kadar çok yoğun bir tempom oldu yani bir ressam için 100 sergi çok fazla. Bazı zorluklara rağmen bu kadar çok sergi yapmanın ve aktivitelere katılmanın bıktırıcı yanı da oluyor. Biraz da kendime zaman ayırmak istiyorum düşünmek ve düşündüklerimi yazmayı istiyorum aslında.

NG: Pekala röportajımızın sonuna geldik. Bize ve sorularımıza zaman ayırdığınız için sizlere çok teşekkür ederiz İsmail Bey. Umarız başarınız daim olur.

Neşe Gümüş

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder