18 Nisan 2009 Cumartesi

ERGİN İNAN İLE SÖYLEŞİ...


Hacer Toklucu: Çocukluğunuza dair unutamadığınız anılarınız var mı ? Çocukluğunuzun geçtigi topraklar sizi sanatsal anlamda etkiledi mi ?
Ergin İnan:
Hayatın akışı içerisinde insan kendi kendini deşifre etme ihtiyacı duyuyor yani kendinizi sorguluyorsunuz.Bu yönden düşündügüm zaman ben zaman zaman o çocuklugum da geçen yılları resimlerimi yaparken herhangi bir zaman dilimi içerisin de diyelim ki: bir hayat çizgimiz var ...Büyüyorsunuz ressam oluyorsunuz resim yapma veya ressam olma çabası içerisin de okul sıralarından sonra ki o hayatınız da , bir yerde birşeyler patlak veriyor yani , bir nokta sizi birşeylere yönlendiriyor ama o yönlendirme anlık oluyor . ilk defa böceklere bakıp onların resmini çizmege başladıgım an birdenbire beni bir enerji, o resimlerimi daha ileriye taşıma isteği uyandırdı.
Yani ona baktıgınız an , siz gelecekte daha neler yapabileceginizi düşünüyorsunuz ve bu oluşumun nereden kaynaklandıgını kendinize sordugunuz da tabii geriye dönüp bakıyorsunuz . Geride benim çocuklugumda Malatya'nın o büyük bahçelerin de yeşillikler içinde , kayısı ve bütün meyve agaçları arasın da oldugu bahçelerde büyüdüm ben .İşte o zamanlar benim çocuklugum da en ilgilendigim şeyler o yerdeki, topraktaki böceklerdi ve onlarla çok oynadığımı bilirim. Sonra bir gün yine sahafları gezerken sene 1978 , kitaplara bakıyorum eski bir takım şeyleri inceliyorum zaten boş zamanlarım da sahaflara gider bedesten'i gezerdim.Bir gün aniden öbek halinde yığılmış yere konmuş eski kitaplar gördüm o kitaplarda ki eski yazılar dikkatimi çekti hepsi farklı istifler halinde , resimsel planları olan içiçe kağıtları görünce birden heyecanlandım ve ordan bir çıkış yakaladım o kağıtları resimlerimin alt yapısın da kullanmaya başladım . Daha sonra neden buna yöneldiğimi tekrar düşündügüm de yine çocuklugum da bahçemizin arkasın da küçük bir kulube de kapısı kilitli halde bırakılmış kitaplar vardı.(Gülüyor)Oraya bizim girmemiz yasaklanmıştı.Bende çocuklugumun verdigi merakla o sayfaları karıştırdığımı hatırlıyorum.Yani bazı şeyler yaşamımız içerisin de, sizi geçmişe, çocukluğunuzdaki anılarınıza götürüyor tabi bu sizi bir yere getiriyor ki artık resim sanatınız da yer alan sizi çok ileriye taşıyabilecek bir düşünce ; beraberin de resim sanatın da farklılığınızı getirebilecek diğer resimlere baktığınız da sizi bir yere koyacak bir obje olarak kalıyor o nesneler.
Peki fakülte yıllarınızdan bahsedicek olursak .....Siyasi olayların ülkeyi kasıp kavurduğu zamanlara denk gelen bir fakülte hayatı ve bunun zorlukları olmuş olsa gerek. tabi bir de Hukuk Fakültesine yolunuz düşüyor..
Hukuk Fakültesi benim seçimim degildi .O zaman ki sınav sistemi bugünkün den biraz farklıydı.Puanlama sonucun da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini kazanmıştım.Yarım sömestır okuduktan sonra devam etmedim.Daha sonra akademi sınavlarına girerek Güzel Sanatlara girdim.1968 de Tatbiki Güzel Sanatlar Okulunu bitirdim ,işte tam da o dönemler de bir kuşak vardı ki Devsollar ve devrimci hareketlerin başlangıç zamanlarıydı.O dönemler de ben her zaman (gülüyor)hiç bir şeye bulaşmadan kendi içimde bir şeyleri yakalamayı hep hayal ederdim ,bunun içinde hiç bir zaman hiç bir akım içerisinde herhangi bir yönlenme içerisine yani gençligin yönlenmesi içinde bulunmadım .Çünkü içimdeki dürtü beni bu tip yaklaşımlardan uzak tuttu.Konuşmadık mı konuştuk ettik arkadaşlarımız oldu tartışmalarımız oldu fakat hiç bir zaman yönlenmedim.Benim aradıgım şey başkaydı resim içerisindeki değerlerdi ,Resmi bir yere getirmek isteyişimdi bunları arıyordum yani başka bir şey de düşündügüm yoktu. Hukuk Fakültesi'ni okumadım çünkü beni ilgilendirmiyordu ,başka hangi branşı seçsem yine beni ilgilendirmeyecekti yine ben bunu yapıcağımı çok iyi biliyordum.Bu tip duygular içerisinde biz o dönemleri geçirdik ama zorlanma anlamında, zaman zaman karşıma çıkmadı diyemem.1988 senesinde Leverkusen de Şehir sanatçısı olarak Bayer firmasının bir projesi için davet edilmiştim.Bir senem Leverkusen de geçti.O dönemde Ankara da büyük bir sergi organizasyonu vardı.O sergi içerisinde benim de resimlerim yer alıyordu.O resimlerden benim daha evvel Berlin'de yaptıgım büyük bir resmim punklar, insan figürleri orada yansımıştı ama döndükten sonra İstanbul da resmi bitirmiştim.Bitirirken de bahsettigim o eski kitap sayfalarım da resmin içerisine dahil olmuştu.
O zamanlar benim o resmim sergi içerinde büyük tepki çekmişti.Çıplak figürlerin yanında bunların ne işi var tarzında tepkiler aldı.O zamanın cumhurbaşkanı Kenan Evren'in sergiyi gezeceği söylenmiş ve sergiden apar topar resmim kaldırılmış.Daha sonra gazeteciler beni aradı ve konudan haberdar oldum.Hatta bazı Mimar Sinan öğrencileri de resmin kaldırılışına tepki gösterdiler ve o dönem gazetelerde bu yazıldı.
H.T.: Eğitim hayatınızda destek aldığınız oldu mu?
E.İ.: Memur bir aileden geliyorum. Beş kardeştik ve hepimiz okuyup üniversite mezunu olduk.DAAD nin (Alman Mübadele Bursu) bursunu kazandım.Belki tesadüf belki de yaptığım işlerin başarısı neticesinde böyle bir burs kazandım.
H.T.: Almanya yı seçmenizin sizin için özel bir anlamı var mıydı? Oradaki yaşantınızın sizin sanatınıza ne gibi getirileri oldu?
E.İ.:
Evet .Almanya yı seçmemin özel bir nedeni vardı.Çünkü benim hocalarımın hepsi Almandı.O yıllarda Tatbiki Güzel Sanatlar da alman hocalar egitim veriyordu.Bunlardan bir tanesi ki kendisi Karl Schlamminger di.Benim için çok önemli biriydi.Düşünün ,Malatya dan geliyorsunuz ve birdenbire karşınıza bir hoca çıkıyor.Hocanın size öğrettigi şeyler size tamamen yabancı ama bir yandan da müthiş şeyler .Benim için kendisi bir filozoftu halada öyledir.Derslerde öğrettigi ortaya koydugu şeyler hem günümüz sanatıyla ilgiliydi hem de sözleriyle arkasında bir filozofi taşıyordu.Zaman zaman ney müziği dinletir onun yanına bir Bach ın konçertosunu koyar resmini yaptırtırdı. İşte böyle müthiş bir aksiyonla geçti bizim öğrenciligimiz.Benim Almanya ya gitme isteğimse, hocamın Münih Akademisinden mezun olduğunu bildiğimdendir.Özellikle Münih akademisini seçtim. Onun hocası Hungerberg e gitmek istedim,ama kendisi emekli oluyordu gittiğim zaman.
Almanya bir kere resim tekniği bakımından ,klasik teknikler benim ilgimi çekiyordu yani rönesans’ın ustalarını düşünün,flaman sanatını ,flaman resmindeki boya teknolojisini düşünün…Bunun yanı sıra baskı tekniklerin de gravür olsun,özellikle de klasik olarak gravürün eğitimi bizde; Türkiye de istenilen düzeyde değildi.Bunu gittikten sonra daha iyi fark ettim,ve ordan(Almanya) aldığım pek çok şeyler oldu.Ben, İkon resmini, ta ortaçağ resminden tutunda klasik resim teknolojisi de dahil orada kavradım.Benim için önemli olan teknolojik şeylerdi yoksa sanat her zaman insanın içinden çıkan, bireysel bir biçimselleştirme ,form haline getirmektir.Ama onları kavrayarak resim sanatını yansıtmakta teknoloji ile oluyor.Bugün teknoloji çok daha değişik boyutta .Bildiğiniz gibi bugün artık dijital teknikler dahi kullanılıyor.Bu çok önemli aslında; ama bütün teknolojiyi bilmek ,bir kere kavramak istediğiniz ,yapmak istediğiniz konular da sizi daha çok özgürleştiriyor.Bu yönden de benim Almanya da baya bir edinimim oldu .
H.T.: Türk ve dünya ressamlarını karşılaştırdığınız da arada ne gibi farklar görüyorsunuz? Türk Ressamlarının dünyada ki yeri hakkında neler düşünüyorsunuz?
E.İ.:
Bir defa Türk resmini batı ile yan yana koyduğunuz zaman farkı yok denecek kadar az.Yapılanlarla bir araya getirdiğim de hiçbir fark yok gibi geliyor.Bir Hint resminin ve yahutta bir İran ,Çin resminin bir şeyi ifade ettiğini görüyoruz ,yani bir biçimselliği ifade ettiğini görüyoruz,Bugün bir Osmanlı geleneği ayrı bir şey,benim düşünceme göre,çünkü Osmanlı dan sonra bir Türk devleti kuruldu Türk devletinin ortaya attığı tavır batılılaşma idi.O batılılaşma süreci içerisinde Türkiye nin kendine göre bir resim anlayışı kendi çizgisinde ‘’evet bu bir Türk resmidir’’dedirtecek bir kavram bana kalırsa yok.Ben aslında,kendimi bunların dışında tutmaya çalıştım ,çalıştım ama ne kadarını yaptım bilemiyorum.Yani batılılaşmanın getirdiği bize verdiği batı resminde ki benzeşmeler diyeyim;bugün bizde Türk resminde çok görülüyor.Yani bunu ayırmanız da mümkün olmayabiliyor türk resminde.Bunun böyle olması da doğrumudur değilmidir diye soracak olursanız eğer;ikisi içinde olur derim. Ama ben kendi resmim de birazcık daha bizim değerlerimizle fazla uğraştığımı hissediyorum yaptığım resim anlayışı içerisinde,çünkü ben batıda büyüdüm 12 senem Almanya da geçti orada çok çalışmalar yaptım.Ama ben başka bir şey yakalamak istedim resmimde.
H.T.: Peki resim bölümünde okuyan ya da ideali bu yönde olan öğrencilere ne gibi tavsiyeler de bulunmak istersiniz?
E.İ.:
Resim sanatını seçmek isteyen bir öğrenci ,kendi içerisin de resim yapmayı ;yemek yemek ,su içmek gibi ,insanın ihtiyacı olan bir durum haline dönüştürmesi lazım.O bir dürtü olarak ;nasıl ki acıkırsınız ,yemek yeme ihtiyacı duyarsınız resim de öyle olmalı.Resim sizi devamlı bir çizer , yada elinize fırça alıp boyar duruma getirmeli . Bütün bu iş içerisinde kendini hazır hissetmesi yani başka şeylerin onun için o kadar önemli olmaması gerekir.Başka türlü olmuyor zaten.Yani ressam olmak için resim olmak lazım.
H.T Birkaç sene evvel bir yayın grubunun çıkardığı ‘’Herkes resim yapabilir ‘’adında bir çeşit resim seti satın almıştım. Kitabın içerisinde ; resmin doğuştan gelen bir yetenek olmadığı sonradan edinilebilindiğinden bahsediliyordu .

H.T.: Bundan yola çıkarak, sizce herkes resim yapabilir mi?Herkes kendi içerisinde bir ressam potansiyeli taşıyor mu?
E.İ.:
Tabii…Beuys da bunu istiyordu Joseph Beuys hep bu yönde hareket etti.Tabi herkes yapabilir yapsın aslında bu bir güzelliktir,etrafa bakışı değişir insanın elbette yapsın.Ama bir şey var ki ;resim sanatında,sizi tamamen , o söylediğiniz anlamda yapılanlardan ayırıyor.Buda sizin kendi ruhunuzu bulup çıkartma isteğinizle alakalı ,yani ne kadar ön plana çıkarsa ,ne kadar ortada olursa , o kadar öne çıkıyorsunuz.Resim yapmak , her şeyden evvel , zamanı güzel bir şekilde geçirmek oluyor.Hele bir de konsantre olabiliyorsanız ,bir nevi terapi gibi de oluyor.Ama bir işi başarmak,bir yere getirmek resmi ,ayrı bir şey…tamamen farklı bir olay…Bugüne kadar yapılanların dışında bir şeyler yapma ihtiyacınız sizi onlardan farklı kılıyor.Tabi resim yapan yada yapmak isteyen herkes bunu zaman zaman kendi içinde hisseder.
Yıllarca Avrupa da yaşadınız ve Türkiye ye döndünüz.

Sizce Türkiye de sanata ve sanatçıya gereken önem veriliyor mu?Bugün burada bulunmaktan memnun musunuz?
E.İ.: Aslında ben bu söylediğiniz düşünceyi çok yaşadım.Türkiye de önem vermek nasıl olur diye düşündüğünüz zaman kim size önem vericek?nasıl vericek? Bir politikadır.Her devletin bir sanat politikası vardır ama bizde sanat politikası uygulanmadı.Sanat politikası farklı bir şey.Ne yapmak istediklerini ortaya koymaları lazım. Ben kişisel olarak pek çok şey yaşadım mesela; 1983 te İngiltere Greenland de drawing bienal vardı.Oradaki desen bianeline katıldım ve birincilik alarak en büyük ödülü almıştım.Kalkıp bunu paylaşmak için oradaki Türk büyükelçiliğine gittiğimde oradan kültür ateşeliğine gönderildim ve onları açılışa davet ettiğimde ;gelemiyeceğini söylediler.Bir takım tuhaf sorular yöneltildi ; nasıl resim yaptığıma dair…Nihayetinde ben tek başıma gitmek zorunda kaldım ve büyükelçilikten hiçbir kimse yoktu yanımda .Gazeteciler de dahil olmak üzere hiç kimse yoktu .Tesadüfen Türkiye de İngiliz büyükelçiliğinde çalışmış bir İngiliz benim yanımdan ayrılmadı,bana orada her konuda yardımcı oldu çünkü benim İngilizcem o kadar mükemmel değildi .Buna benzer bir sürü şey yaşadım .Osaka bianeline katıldım,orada ödül aldım .Çin bianeline katıldım ,gene baktım ki hiçbir türk yerleri ayırtıldığı halde orada değiller.Osaka bienalinden sonra da artık hiç kimseye ben ödül aldım deme ihtiyacını dahi duymadım artık bir yerden sonra kanıksıyorsunuz.Bir şeylere ne kadar önem verildiğini veya verilmediğini görüyorsunuz.Ressam olarak Türkiye de ve ya sanat adamı olarak çoğunlukla ’’burada tek başınasınız ’’ onun için yapacaklarımızı biz hep tek başımıza ,kendi başımıza yaptık.Bundan sonrasında işallah daha iyi bir politika yürütülürde ,herşey çok daha doğru bir yerlere gelir.
Söyleşinin bu kısmında biraz hayal gücümün üzerine gidiyor ve soruyorum;size bir günlüğüne zaman makinesiyle istediğiniz bir yere geleceğe yada geçmişe gitme şansı versek ;hangi döneme yolculuk etmek ve kimleri tanımış olmayı isterdiniz …
Geriye dönmeyi ve çok şey yapmayı isterdim.Bir Leonard Rousseu gitmeyi isterdim ,bir Van Gogh’a,bir Rembrant’a ,ve de flamen ustalarına.
Bizlere önümüzdeki günlerde ki çalışmalarınızdan ,yeni projelerinizden bahsedermisiniz.
Yeni bir projem var ‘’İkona projesi.’’Önümüzdeki günlerde gerçekleştirmeye çalışacağım.2010 da olabilir.Belçikalı bir sanatçıyla yapacağız .Ayrıca hocası olan Karl Schlamminger’i Türkiye ye Yeditepe Üniversitesine öğretim görevlisi olarak gelmesi için uğraş verdiğinden bahsediyor.
H.T.: Çok teşşekkür ederim.







4 Nisan 2009 Cumartesi

HASAN KURT

Arkadaşımız Gülyaşar Andan, Sayın Hasan KURT ile görüştü.


Gülyaşar Andan: Önce biraz kendinizden bahseder misiniz, kimdir Hasan KURT ?
Hasan Kurt: 1955 doğumluyum. Erzincan da doğdum, altı çocuklu bir ailenin beşinci çocuğuyum. Babam iplik fabrikasında işçiydi zor bir çocukluk geçirdim. Maddi durumumuz pek iyi değildi. İlkokulu, ortaokulu ve öğretmen okulunu Erzincanda okudum. Daha sonra Eskişehir Anadolu Üniversitesinde lisans programımı tamamladım. Yurdun çeşitli yerlerinde ilkokul öğretmeliği yaptım. Zonguldak Çanakkale ve İstanbul da çalıştım. En son 2006 yılında İstanbulda öğretmenlikten emekli oldum tabii bu süreç içerisinde resim çalışmalarıma uzun süre devam ettim.


G.A.: Sizce yaptığınız sanat yetenekle olan bir iş mi yoksa bu beceri sonradan kazanılabilir mi ?
H.K.:
Resim yetenekle ilgili bir olay bütün bu yeteneklerin doğuştan gelmesi gerekiyor ama daha sonra doğuştan gelen yeteneklerin üzerine belirli çalışmalarında eklenmesi gerekmektedir.


G.A.: Peki bu sanata olan merakınız, yeteneğiniz çocukluğunuzdan beri var mıydı yoksa sonradan oluşan bir merak mıydı, nasıl keşfettiniz bu yönünüzü ?
H.K.: Sanata olan ilgim daha ilkokul başlamadan önce vardı. Elime aldığım herhangi sivri uçlu cisimlerle gördüğüm heryere bir şeyler çizerdim. İlkokula başladığım zaman bunu öğretmenimde bunu keşfetti. Çizdiğim resimleri benim yaptığıma inanmıyordu. Daha sonraları kanıtladım ona bu yeteneğimi. Öğretmenimin beni keşfetmesi biraz acı olmuştu.


G.A.: Aileniz etkili miydi seçiminizi yapmanızda ?

H.K.: Hayır, ailem hiç etkili olmadı devamlı köstek oldular hala da köstek olmaktalar çünkü kırsal kesimde ki ailelerin yaşam biçimlerini bilirsiniz onlar kısa yoldan para kazanmak isterler. Bence de resim sanatıyla uğratığım için sürekli beni uyardılar ama tutku bende hiç bir zaman bitmedi. Hatta hiç bir konu bulamadığım zaman evde ki kardeşlerimin annemin babamın resimlerini yapardım.

G.A.: Türkiye’ de sanatın şu anki konumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye de şu anda sanat çok iyi durumda dünyanın en iyi ressamları şu anda ülkemizde yaşamaktalar ve büyük sıkıntılar içinde olsalarda çalımalarına devam etmektedirler. Yurtdışındakiler gayet rahat yaşarken bizim sanatçılarımız sıkıntı içerisindeler buna rağmen onlarla boy ölçüşebilecek durumdalar.

G.A.: Sanatta etik olan nedir ?
Kişiden kişiye göre değişen birşeydir, bana göre etik sanatçının içinden geldiği gibi resim yapmasıdır iyi bildiği şeyi tuvaline yansıtmasıdır. Kendi bildiği tarz neyse uygulamasıdır.

G.A.: Çok teşekkür ederim.












Gülyaşar Andan



GÖZDE İLKİN

Arkadaşımız Deniz özvarlık, Sayın Gözde İLKİN ile görüştü...

Deniz Özvarlık:Gözde İlkin kimdir? Sizi hiç tanımayanlara kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz?
Gözde İlkin:
Çocukluğundan beri o sehirden o sehire dolaşmış, en sonunda istanbul' u son durak saymış, sonunda çocukluğundan beri en sevdiği şeyi yapmak adına Mimar Sinan güzel sanatlar üniversitesinde beş yıllık bir resim eğitimine dalmış, sonrasında bakmış ki bu işte para yok , sinema işlerine bulaşmış ama yinede çocukluğundan gelen dürtüyle aklına gelen her türlü fikri deneyimlemekte özgür olduğu alanı bırakamamış. Her an fikrini değiştirebilen, öte yandan da inanılmaz inatçı olan, aniden ortadan kaybolan bu kişiye, resim yaparken boyalar yetmemişte, dikiş dikmeye başlamış. Önüne gelen herşeyi dikmeye, arada küçük öyküler yazmaya, kısa görüntülerle oynamaya meraklı bir kişiymiş..



D.Ö.:Çalışmalarınızda çoğunlukla hangi konular üzerinde duruyorsunuz?
G.İ.: Bu soruyla hikayeden çıkıp biraz gerçeğe dönersek; dolaştığımız, bulaştığımız mekanlarda her an karşılaştığımız , bazen dahil olmadan dışarıdan izlediğimiz bir sürü durum var... Genellikle bünyede anksiyeteye sebep olan sistemin, bireyi dönüştürme yöntemleri üzerinden konular ortaya çıkıyor. Örneğin, özellikle kadın bedeninin nesneleştirildiği durumlar ya da 'tüket ve haz al' mantığı ile yaşam şeklimize müdahale eden tüketim nesnelerinin dönüştürdüğü bedenler üzerinden görüntüler kurguluyorum..

D.Ö.: Sanat yaşamınızda etkilendiğiniz bir akım veya sanatçı var mı?
G.İ.:
Hem kurcalanılan konuların yakınlığı hem de teknik olarak her karşılaşmada yeniden keşfettiğim pek çok sanatçı var. Örneğin doksanyedi yaşında olmasına rağmen inanılmaz bir enerji ile üretimine devam eden Louis Bourgeois ya da Berlinde de Bruyckere, Sarah Lucas, Francesca Woodman, vb. pek çok kadın sanatçıdan ve özellikle sinema alanında da Crononberg, Svankmajer gibi isimlerden bahsedebiliriz..

D.Ö.: Çalışmalarınızda gövdesi ve yüzü belli olmayan bacaklar ve ayaklar kullanmanız çok dikkatimi çekti bunun nedeni nedir?
G.İ.:
İkinci soruda da biraz değindiğim gibi amorf formlar, bedenin nesneleşme halin, kimliğini yitirme şeklinin ya da kendine yabancılaşma sürecinin tasviri olarak canlanıyor, asıl beden, formunu yitiriyor...

D.Ö.: Kumaş ve ipliklerle çalışmaya ne zaman ve nasıl başladınız?
G.İ.:
Henüz Mimar Sinan’dan mezun olmadığım dönemde uygulama atölyesi adı altında 'halı atölyesini seçmiştim.
Aslında atölyede, artık günümüzde unutulup gitmek üzere olan goblen dokuma üzerine çalışmalar yapılıyor. Fakat bunun yanında akademinin içerisinde, diğer disiplin ve fikirlere de açık tek atölye olmasının bir avantajını kullandım diyebilirim. O dönemde tişörtler üzerine egon schiele portreleri işlerken, kumaş ve pek çok farklı malzeme üzerine çalışmaya başladım.

D.Ö.: Eserlerinizi şu zamana kadar nerelerde sergilediniz?
G.İ.:

2006 'Topkapı' Almanya-Türkiye kültürel değişim projesi/Sırma Kekeç/ Mekan yerleştirmesi 'Place'(Suzanne Katherina Willand-Gozde Ilkin), Spedition, Bremen, Almanya
Kişisel Sergi:
2004 'Beden Üstü Beden' Giyilebilir Resim, Karşı Sanat, İstanbul
Grup Sergileri:
2008 'Taşınabilir Sanat: İsim-şehir', Küratör:Derya Yücel, Kartal-Ümraniye, İstanbul, TR
2008 Zigzag: Independent Drawing Gig 4, Düzenleyen: Alina Viola Grumiller, İnci
Furni,Koray Kantarcıoğlu, Hafriyat Karaköy, İstanbul ,TR
2008 'Akümülasyon' Küratör: Işın Onol, Aslı Çetinkaya, 5533, IMC İstanbul, TR
2008 'Noktaları Birleştir' /Düzenleyen: Koray Kantarcıoğlu, Fargfabriken, Stockholm
2007 'Sobe!' Küratör: Leyla Gediz, Bilsar Binası, İstanbul,TR
2007 6. Kore-Türkiye Değişim Sergisi, Kurator: Derya Yücel, Park Dong Jin IMSG,
İstanbul,TR
2007 'Açık Oyun Alanı', Küratör: Marcus Graf, Siemens Sanat,İstanbul,TR
2006 'Her şey Çok Güzel Olacak' Düzenleyen: Selda Asal, Apartman Projesi, İstanbul,TR
2006 Contemporary İstanbul, KargART , Lütfi Kırdar,İstanbul,TR
2006 'Rezerve Sergisi' Pist, İstanbul,TR
2006 'Museumnacht' Roodkapje, Rotterdam, NL
2004 'Stratejiler No.1 Çizgi & Boya' Kürator: Marcus Graf, Siemens Sanat, İstanbul,TR


D.Ö.: olarak önümüzdeki zamana yönelik plan ve projelerinizden bahsedebilir misiniz?
G.İ.:
Yakın zamanda Siemens sanatta 'Gerçek hesap başka yerde' isimli bir sergi olacak (13 Ocak 09 saat:19.00)
Ve 14 Ocakta da Hafriyat Karaköy de 14-29 Ocak süresince galeride gerçekleştirilecek 'Tatbikat' adıyla bir süreç sergisi hazırlıyoruz.
Müsait olursan bekleriz.
D.Ö.: Çok teşekkür ederim.


Deniz Özvarlık




ALİ CANDAŞ ve FATMA YEŞİLYURT

Arkadaşımız Fatma Yeşilyurt, Sayın Ali Candaş ile görüştü...

Fatma Yeşilyurt: Öncelikle bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Ali Candaş kimdir?
Ali Candaş: Efendim Ali Candaş Trabzonun Beşikdüzü köyünden Hasan Ali Candaş'ın oğludur. 1940 doğumluyum ve 1956' da orta okul öğrencisiyken resme yöneltildim. Aşağı yukarı 52senedir boyanın içindeyim. Yeterli olur heralde.

F.Y.: Sizce yaptığınız sanat yetenekle olan bir şey mi sonradan kazanılabilir mi?
A.C.: Resim olayı hem yeteneğe bağlıdır hem de çalışmaya bağlıdır yani ; sırf yeteneğiniz olur ama o yeteneğinizi kullanmazsanız veya gün yüzüne çıkarmazsanız hiç size faydası olmaz.yada inadına tam tersini düşünelim çok çalışıyorsunuz fakat gözünüz eğitilmemiş objeyi tanımıyorsunuz görmüyorsunuz o zamanda ne kadar çalışırsanız çalışın yinede yararlı olmaya bilir. Yani burada şunu vurgularsak hem yetenek hem çalışma beraber ata başı yürürse resimde yani sanatta bir yerlere gelinebilir. Halkımızda genelde şu vardır. Resimle sanat karıştırılır. Resim olayı herkesin yaptığı bişeydir sanat ise bireyseldir yani bi yerde aklın ürünüdür, araştırmanın ürünüdür sadece o kişiye aittir.Hee , diyelim ki şimdi herkezin yaptığı resim nedir? Doğaya ait bir çalışma yapılır, dereler yapılır, derelerde kuşlar kuğular yüzerbunu her gittiğiniz böyle sıradan bir kahvehanenin duvarında görebilirsiniz ama o resimin yapılışında bir yaratıcılık söz konusu değildir doğrudan doğruya doğadaki objeleri bir nesne üzerine taşımaktır .Doğayı nesne üzerine taşırken bireyselliği nasıl kazandırıyoruz? O doğadaki objeleri nesnelere taşırken kendimizce bir takım kurgularla ,kendimizce bir takım yorumlarla başka bir görüntüye büründürürsek bu bireysellik kazanıyor ve sanat olmaya doğru yönlendiriliyor .Yani, resimle sanat arasındaki bu farkı cok iyi görmek gerekiyor. Burada şöyle bir örnekte verebiliriz. Markete gidiyorsun salça istersiniz hiç bir zaman kutu içerisinde domates istemezsiniz oysa salçanın ham maddesi domatestir. Resminde hammaddesi doğadır. Doğayı işleyipte kendinize var ederseniz size ait olur ama doğadaki objeleri herksin gördüğü gibi resimlerseniz sadece resim olur. Aradaki farkı çok iyi görmek gerekiyor.

F.Y.: Peki sanata olan merakınız yeteneğiniz çocukluğunuzdan mı geliyor?
A.C.: Tabi ki o klasik bir sözdür ama ben öyle yapmadım daha doğrusu bir köy çocuğunun geçirdiği donuklukla olaya bakarsak benim resme karşı yetenekli olduğumu farkeden Türkçe hocam oldu orta okulda onun yönlendirmesiyle resim hocasına yönlendirmesiyle çalıştırılmaya başladık ve o zaman ben kendimde böyle bir yetenek olduğunu farkettiğim zaman bunun eğitimini veren kurumlara mesela lisede ÇAPA Ögretmen Okulu Semineri vardı.Şimdi ki güzel sanatlar akademileri gibi. Erzurumdan oraya geldim. Orada 3 sene resim tahsili resim ağırlıklı bir lise programı, hocalarımız ona göre seçiliydi. Arkasından Gazi Eğitim Enstitüsü resim bölümüne gittik.Yani o yeteneğimizi resim öğretmeni olma doğrultusunda geliştirdik. Resim öğretmeni olduktan sonra bu sefer bireysel olarak kendimize çalışmaya başlayınca sanatçı pozisyonuna girdik. Yani sanatçılığı üstüme ben etiket olarak yapıştırmaklada sanatçı olur muyum? Ben sanatçıyım diyebilirim ama toplum beni nasıl görüyorsa oyum ben aslında. Dolayısıyla toplumu oluşturan toplumun sizin sanat dediğiniz olaya bakışı önemli olan yoksa siz kendi kendinize ünvan vermişsiniz onun hiç bi kıymeti yok.Ben süperim dersiniz ama değilsinizdir. Fakat toplum falancı bu işi iyi yapıyor derse ozaman doğru olabilir. Kendinize paye vermekle birşeyler olmuş olmak mümkün değil. Bir şeyler olunur ama toplumda kabul görmez.

F.Y.: Sizin için sanatta etik olan nedir?
A.C.: Sanatın etiği bireyselliğin yanında özgürlüğüde söz konusu . bizde genelde vardır o. Resim sanatındada vardır, müziktede vardır diğer sanat dallarında olduğunu pek fazla söyleyenmem biraz aşırma olayı vardır. Başkalarını yaptığından yararlanarak, bende yaparım onu diyerek başlanırsa o onun yaptığını tekrarlamak olur. Bir başkasının yaptığı sanat eserinden görsel olarak yararlanın ama siz onu görsel hale getirirken kendinize göre döndürün yoksa onu taklit edersiniz. Bu etik olma olayında uzaklaşmış olursunuz . Etiklik bir yerde estetikle beraberdir .Sanatta etik olmak çok önemlidir. Ozaman kimlik kazanırsınız.

F.Y.: Yeni bir resim yapmaya karar verirken sizi teşvik eden şey nedir?İlham kaynağınız var mıdır?
A.C.: Benim kendi kimliğinle ilgili konuşacak olursa ben resim yaparken herhangi bir konu etrafında yoğunlaşmıyorum. Ben şunun resmini şu konuyu işlicem diyerek resme başlamıyorum. Bakın orda yeni bir şey başladım hiç birşey düşünmeden başlıyorum sonra lekelerden hareketle koyu açık bir takım yerler bir takım renklerin kendi içindeki uyumu sonuçta karşıma çıkan kompozisyon dediğim olay yani kurgu eğer benim içmdeki varolan heyecanımı karşılıyorsa orda onu bırakıyorum . O zaman ne oluyor yaptığın neyse ondan sonra onu isimlendiriyorum. Önce çocuk doğsun sonra isim verelim. Öncesinde isimlendirirseniz yanlışta olabilir. Benim sanata bakış açım bu bir yerde konudan hareket etmiyorum. Konuyu sonradan çağırıyorum ve yapıtığım resimlerle çakıştırmaya üst üste getirmeye çalışıyorum. Bütün amacım kendi dünyam içerisinde oluşan birtakım görsel olmayan heyecanları görsel hale getirdiğimde eğer heh bu oldu dediğimde orda bırakıyorum. Buoldu diyebilinceye kadarda onu kurcalıyorum. Burda ne var sadece ve sadece soyut değil syutla somut arası bir çalışma çıkıyor karşımıza . Yani soyutla somut nasıl oluyor . Soyutta biliyorsunuz hiç figür yoktur non-figüratif dediğimiz figürü olmayan resim ama, yarı soyutta hem figür vardır hem o figür soyutlanmıştır. Resmin öyle bir yerine elinizi koyduğunuz zaman resim tamamen soyut hale gelir. Çünkü somut olanı kapatmışsınızdır. Veya tam tersini yaptığımızda resim somut olur. Resimlerimdeki bakış açım budur. Sonuçtada kenimi tatmin edebileceği şekilde tamam bu bana hitap ediyor, bu oldu diyebildiğim noktada bitiriyorum.

F.Y.: Türkiye'deki sanatın konumu hakkında ne düşünüyorusnuz?
A.C.: Türkiyede resim sanatı son 20-30 yılda bir hayl gelişme kaydetti. Mesela Cumhuriyet Döneminin ilk yıllarındaki sanatçılarımız resim sanatında isim yapmış kişilerin esrleriyle bugün ki sanatçıların eserleri hakkında bi kıyaslama yaparsak bugün ki sanatçılar bence daha özgün işler yapaıyorlar. Daha bireysel daha özgün işler yapabililer ki buda resim sanatının olması gereken en geçerli yol.Bu gün Türkiyede öyle ressamlar var ki imza atmadan bu falancınıdır rahatlıkla dıyebiliriz. O bakımdan resim sanatı Türkiye' de çağa uygun olarak ilerleme göstermiştir ve göstereceğinede inanıyorun çünkü arkadan sağlam bir kuşak geliyor . Eğitim veren kurumların çokluğundan da bu kaynaklanıyor. Fakay şuda var her alanda olduğu gib kendimizi reklam etme zaafiyetimiz var . Dışarıya karşı biz şuyuz diyebilmenin bazı zaafyetlerini yaşıyoruz. Buda bizim alehimize oluyor.

F.Y.: En sevdiğiniz sanatçıları sayabilir misiniz bize ?
A.C.: Türklerden en sevdiklerim Avni ARBAŞ, Orhan PEKER daha eskilerden Avni LİFİJ özgün işlere imza atmış insanlardır. Bu açıdan begendiğim sanatçılardır.

F.Y.: Son olarak eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?
A.C.:
Ben şunu genelde vurgularım. Resim öğretmeni olduktan sonra bana hocan bir sene sonra dedi ki Ali resim çalışıyor musun? Bu soru bana çok garip gelmişti. Ben çalıştım , notumu aldım, resim öğretmeni oldum. Niye rsim çalışayım. Aslında çok geçerli bir soru olduğunu , bu soruya evet diyebilmek için çok zaman kaybettiğime eminim .Şimdiki gençlere sakın kendinize böyle bir soru sordurtmayın derim. Oturum araştırın ama hangi alanda olursa olsun kendi kendi alanınızda çok iyi yerlere koymaya çalışın. Buda çalışmakla oluyor. Bilinçli çalışmayla oluyor.

F.Y.: Çok teşekkür ederiz Sayın Ali CANDAŞ

NEŞE GÜMÜŞ ve İSMAİL ACAR


Arkadaşımız Neşe Gümüş, Sayın İsmail Acar ile görüştü...

Neşe Gümüş: Merhabalar. Öncelikle sizi tanıyalım, İsmail Acar kimdir?
İsmail Acar: İsmail Acar Türkiye’de yaşayan ressamlardan biridir. 16 yaşında psikoloji okumak için İstanbul’a geldim. Bir yıl sonrasında güzel sanatlar fakültesinin varlığını farkettim. Güzel sanatlar fakültesini görünce resim okumak istediğime karar verdim. Ortaokuldan beri resim yapıyordum tabi. Sonra Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesini birincilikle bitirdim. Bunun akabinde mastır yaptım. Daha sonra da doktoraya başladım; ama akademik kariyer daha farklı bir formasyon gerektiriyordu ve bana göre olmadığını farkettim ve bireysel sergilere başladım.

NG: Psikoloji okumak için İstanbul’a geldiğinizi belirttiniz. Peki sizi ortaokulda resme iten neydi ya da sizin için doğal bir şekilde mi gelişti resim yapmaya başlamak?
İA: Aslında spontane gelişmedi. Bütün derslerin sıkıcılığından hep kitapların üst köşelerine birşeyler karalıyordum zaten; ama resim dersleri de olunca bu karalamalar yasal hale geldi. Yasal olmadığı zamanlar hocalar kitaptaki çizimleri görünce beraberinde bir azar ya da ceza da gelirdi; ama lise son sınıfta resim dersleri de başlayınca içten gelen bu çizim duygusu meşrulaştı ve daha keyifli hale geldi. O dönemlerde resim yapmayı bir meslek olarak düşünmüyordum çünkü Sivasın Suşehri kasabasında büyüdüm ve orada resme bakış açışı büyük şehirdeki gibi değildi. Başka bir mesleği yapacağımı ve resmi de keyfi bir aktivite olarak düşünmüştüm; ama lise sonda ki resim hocamın, resmi bir meslek olarak görebileceğim konusunda bir teşviki olmuştu tabi.

NG: Resimlerinizde hep tarihi konu alıyorsunuz. Bunun bir nedeni var mıdır?
İA: Yaptığıma göre vardır heralde (Gülerek cevaplıyor). Düşünmeden yapmanız zaten mümkün değil. Yani benim yapmaya çalıştığım şey toplumda bir bellek oluşturulması. Çünkü cumhuriyet dönemiyle birlikte yakın tarihe karşı toplumda bir belleksizlik, alakasızlık uyandırıldı. Bu alakasızlıkla birlikte, bana göre bir insanın kendi genlerini keşfedebilmesi için biraz da atalarına bakması lazım. Mesela annenizde ya da babanızda bir hastalık varsa eğer, o hastalığın sizde de olabileceğini ya da olamayacağını öğrenebilmeniz için genlerinize bakmanız lazım bu da onun gibi birşey. Ben aslında Türk toplumunun geleceğiyle ilgili şeyler yapıyorum yani siz her ne kadar bunu bir sultan portresi olarak ya da Bizans mozağiyi olarak görseniz de gelecekte doğacak olan ya da mevcut olan çocuğun yetişmesine katkı sağlayacak şeyler yapıyorum. Yani onun bir tür gen haritasını çıkarmak ve toplumun geleceği için bir kavram ve kültür oluşturmak amacım. Bunun için tarihsel çalışamaların önemi çok fazladır.

NG: 1600 yıllık geçmişi olan Ayasofya’da sizin tarafınızdan ilk defa büyük çapta bir sergi verildi. İlk olmak nasıl bir duygu?
İA: Ayasofya’nın Sami Boyer adlı küçük bir galerisi vardı bir oda kadar ve orada daha önceleri küçük küçük sergiler yapılıyordu; ama Ayasofya’yı 6000 metrekarelik bir alan olarak düşünürsek bu alanın sadece 20 metrekaresi kullanılıyordu bu da düşük bir orandı. Bunun yanında normal bir galeride bir ressamın resimlerini bütün sergi boyunca toplasanız 300 kişi izler. Bu mudur sanat toplum içindir anlayışı, galeride ki bir sergiyi 300 kişi izlerse, toplumun geri kalanı ne izleyecek? Bu anlamda da Ayasofya çok önemli bir alandı benim için. Ayasofya’da sergi yapmak istediğime karar verdim ve herkes komik karşıladı; ama neden olmasın diye düşündüm. Dönemin kültür bakanı İstemihan Talay’la konuştum ve fikrimi çok beğendi ve beni destekledi. Projemi hazırlamaya başladım birkaç sene sürdü; ama sonunda Ayasofya ve Sanal İzdüşümler adlı bir proje geliştirdim. Sonunda üst kat ve alt kat olmak üzere toplam 9000 metrekarelik bir alanda bir sergi gerçekleştirdim ve Ayasofya ilk kez gerçek anlamda bir ressama açıldı ve her alanı kullandım.

NG: Ayasofya’nın hakkını verdim diyorsunuz yani?
İA: Ayasofya’nın hakkını vermek çok zor; yani Ayasofya bizim hakkımızı veriyor her zaman. Tabi Ayasofya’ya küçük bir katkı sağlamadım değil. Çıkarken yeniden ışıklandırma sistemini yaptık ve bazı onarımlar için birtakım bağışlar yaptık çünkü bazı sponsorlarımız vardı ve sergiyle beraber mekanın içindeki bozuk yanlar ortaya çıktı. Ayasofya’ya aslında en önemli şeyi yaptık, barkod sistemi değişti giren çıkan ziyaretçi sayısının tam tescil edilebilmesi için. Çok ilgi çekti Ayasofya bu sayede ve çok kişi ziyaret etti. Mesela benim sergimi 350.000 kişi izledi ve basına çok yansıdı. Daha önce Ayasofya ile ilgili haber çıkmazken sergiden sonra büyük gazetelerin birinci sayfalarında haber oldu ve insanlar önemini anlamaya başladı. Ziyaretçi sayımız Çağdaş Türk Sanatı için çok büyüktü yani sadece bir ressamı bu kadar çok kişi izledi. Bir konserde bile bu kadar sayı elde etmek zordur; ama devamı gelmedi bu çalışmaların; çünkü ben bu projeyi yaparken diğer ressamlarında böyle projeler yapmasını amaçlıyordum; ama olmadı.

NG: Peki Ayasofya ve Sanal İzdüşümler serginizin dışında Türkiye’de sanatınıza istediğiniz ölçüde değer veriliyor mu?
İA: Alaka olarak halk yaptığım çalışmalara çok alakalı, sadece farketsin ve oraya gelsin. Bu anlamda halkın ilgisi yüksek. İzleyici kitlesinin ilgisinin yanında satın alacak kitlenin ilgisi de çok önemli. Çünkü bu ilgiyi siz yaratamazsanız sanat yapamazsınız. Yani bir koleksiyoner kitlesinin de karşınıza gelmesi gerek. Bu anlamda belkide Türkiye’de ki birçok sanatçıdan daha şanslı sayılabilirim.
NG: Gerek magazin basınında gerekse normal basında sizi ‘’Sosyetenin Ressamı’’ ya da ‘’Sosyetik Ressam’’ olarak nitelendiriyorlar. Bu sıfatları nasıl değerlendiriyorsunuz?
İA: Açıkçası bu tür konular beni çok ilgilendirmiyor, ben işimi yapmaya çalışıyorum. Mesela Ayasofya sergisinde, sergiyle ilgili ilk defa kötü bir eleştiri okudum gazetede ve hemen çalıştığımız halkla ilişkiler şirketini aradım ve ertesş günü bana bir dosya gönderdi. Basında bu sergiyle ilgili 3000 haber çıkmış ve sadece 1 tanesi kötü. Yani istatistiki olarak hiçbirşey ifade etmiyor. Bunun için bu kadar çok medyanın önünde haber olabiliyorsanız ya da siz Ayasofya’da sergi yaparken 350.000 kişi bu sergiyi dolaşıyorsa bu 350.000 kişiden 300 kişisi sosyeteyse ve ilk kez 300 sosyeteyi bir arada bir sergide görüyorsanız o zaman halkı görmezlikten geliyorsunuz demektir. Yani bu bence halka yapılan büyük bir haksızlık; çünkü halkı es geçip o 300 kişi üzerinden sanki o sergiyi sadece o 300 kişilik azınlık izlemiş gibi lanse etmektir. Yani normal bir vatandaş gelip o sergiyi izlediği zaman haber olmaz. Bunun yanında sergiyi izlemeye gelen bu 300 kişinin içinde çok önemli koleksiyonerler de vardı. Eğer bu insanlar sanat almazsa Türkiye’de sanatçılar aç kalır. Sanat sadece halkla gelişmez sanatın gelişmesi için mutlaka sermayenin olduğu bir yerin olması gerekir. Dünyada zaten sanatın olması için burjuvazinin olması gerekir; ama bu haberlere çok farklı yansıyor. Ben bunu artık çok fazla umursamıyorum zaten. Benim için en önemli şey dünyada ve Türkiye’de ne kadar yerde eseriniz var, kimler almış ve yurtdışına bugün Türkiye’den en çok resmi kim göndermiş. Bugün Resim Heykel Müzesi’nin kayıtlarına baktığınızda Türkiye Cumhuriyet’i tarihinde yurtdışına çıkan eserlerin toplamından daha fazla eser ben yurtdışına çıkarttım ve sattım. O yüzden bu kadar büyük işler yaparsanız kimse bu pastayı size çok kolay teslim etmez.
NG: Az önceki konuşmanızda da bahsettiğiniz gibi yurtdışına bir çok eser sattınız. Yurtdışında birçok dünyaca ünlü birçok kişinin evinde tablolarınız var bu nasıl bir duygu?
İA: Tabi hiçbir zaman yaptığınız işten emin olamıyorsunuz. Her sergi açıldığı zaman büyük bir boşluk içindesiniz yani kafanızda sanatınıza dair soru işaretlerinin olması bir yandan da bu insanların sizin resimlerinizi alması ve bu kadar önemli yerlere koyması bir yandan da takdir ediliyor olmak, insana güven getiriyor. Ben aslında kendine çok güvenen biri değilimdir; ama bu insanların ilgisi, müzelerin ilgisi ve yurtdışından gelen ilgi Türkiye’de ki bu kısır döngü içinde aslında iyi bir motivasyon oluyor. Diğer türlü Türkiye’de resim yapmak çok zor bu anlamda yurtdışından gelen bu ilgi aslında bir ilaç gibi geliyor.

NG: Peki Türk halkında belli bir kültürel ideoloji uyandırdığınızı düşünüyor musunuz?
İA: Yani yaptığım sergilerde açıkçası birebir de halkı düşünmüyorum. Benim asıl yaptığım şey halkın oturacağı tabanı düşünmek. Halk su gibi yani başka yerlere kayabilir; ama ben onlar için o platformu oluşturmaya çalışıyorum. Bu platform içinde de öyle fikirler var ki bana göre yani ben dünyanın birçok yerine gittiğimde görüyorum ki İtalyan bir İtalyan gibi resim yapıyor, Fransız bir Fransız gibi resim yapıyor, İranlı bir İranlı gibi resim yapıyor; ama Türk bir Türk gibi resim yapmıyor. Benim hep savunduğum şu ‘’Ben Türk gibi resim yapıyorum’’. Bizim Türk çağdaşlar da diyorlar ki ‘’Türk resim sanatının belirli bir geçmişi yok bunun için batı sanatını taban almak zorunda’’. Ben buna çok fazla karşı olmasam da böyle düşünmüyorum. Bence Türk resim sanatı, Türk sanatını taban alabilir. Gerek edebiyat olabilir, gerekse geleneksel sanatlarımız olabilir, bunları taban alıyorum ben ve bu tabanı kullandığım için Türk halkı da kendinden birşeyler bulabiliyor. Benim iddiam hep şu ki ‘’Türkler hep Türk gibi resim yapmalı’’. Bu yüzden Türk halkı beni takip edebiliyor hatta yenilikçi de buluyor. Yani Türk halkının beni anladığını düşünüyorum ve onların anladığı dilden konuşuyorum. Ben onların istediğini yapmadım, onların istediklerini yapmaları için taban oluşturdum.

NG: Teşekkürler. Önümüzdeki günlere dair yapmak istediğiniz projeler var mı?İA: Şuan hiçbir şey yapmak istemiyorum. Poltava diye bir bölge var Rusya ve Ukrayna sınırında. Sovyetler döneminde o bölgeyi Rus sanatçılara vermişler. Dostoyevski ve Gogol gibi sanatçıların evleri var orada ve günümüz Rus sanatçılarının da evleri var orada. Sonsuz bir doğa eşliğinde yaşıyorlar ve canları sıkıldıkça resim yapıyorlar, balık tutuyorlar, göle girip yüzüyorlar, elektrik bile kullanmıyorlar. Ben şimdi gidip orada yaşamak istiyorum bir süreliğine. Çünkü insanların böyle suni krizler üretmeleri ve bu suni krizlerle yaşamaya çalışmaları bana biraz zor geliyor. Sadece Türkiye’de değil mesela New York Bienal’i vardı ve 2009’daki Bienal iptal oldu. Yani bunun gibi yurtdışında ki birçok sanat organizasyonu iptal oldu; ama bunun yanında davetlisi olduğum Moskova sanat fuarı, Dubai’de yine bir sergim ve 2009 Floransa Bienal’i var. Bunun gibi yapılacak işler de var aslında hiçbir şey yapmak istemememe rağmen; ama tabi şuan Başbakanlığın birkaç duvar resmi projesi, yurtdışından belli siparişler ve Avrupa’nın önemli modacılarıyla çalışmalarım var. Aslında bu söylediklerim gündemdeki projelerin yarısı olarak kalır; ama ben aslında kaçmak istiyorum, biraz da kendimden kaçmak istiyorum. Çünkü bugüne kadar çok yoğun bir tempom oldu yani bir ressam için 100 sergi çok fazla. Bazı zorluklara rağmen bu kadar çok sergi yapmanın ve aktivitelere katılmanın bıktırıcı yanı da oluyor. Biraz da kendime zaman ayırmak istiyorum düşünmek ve düşündüklerimi yazmayı istiyorum aslında.

NG: Pekala röportajımızın sonuna geldik. Bize ve sorularımıza zaman ayırdığınız için sizlere çok teşekkür ederiz İsmail Bey. Umarız başarınız daim olur.

Neşe Gümüş

TEOMAN MADRA İLE ÇAĞDAŞ SANAT ÜZERİNE...

Arkadaşımız Gözde Güler, Sayın Teoman Madra ile görüştü.


Gözde Güler: Teoman Madra kimdir?
Teoman Madra: Fotoğraf sanatçısıyım.1996 yılından bu yana da çağdaş sanat ile ilgileniyorum.

G.G.: Çalışmalarınızı oluştururken kullandığınız yöntem nedir?
T.M.: Rastlantısal kurgu üzerine çalışmalarımı oluşturuyorum.Teknolojiyi sanatla birleştiriyorum.Free hand 9 programını kullanarak fotoğrafa yeniden şekil veriyorum.Belli bi senaryo yada kural olmadan o an istediğim gibi görüntüler oluşturuyorum.Arka planda her zaman bir çağdaş müzik oluyor.Çağdaş müzik derken jazz müzikleri demek daha doğru olur.Çalışmalarım için daha çok soyut ve deneysel diyebilirim.

G.G.: Etkilendiğiniz bir sanatçı var mı?
Etkilendiğim denemez belki ama öykündüğüm bir sanatçı olarak Jonh Cage'i söyleyebilirim.

G.G.:1996 yılında çağdaş sanatla ilgilenmeye başladığınızı söylediniz.Daha önce ne üzerine fotoğraflar çekiyordunuz?
T.M.: Daha önce çektiğim fotoğraflar daha çok geleneksel fotoğraflardı ama bir süre mimari fotoğraflar da çekmiştim.

G.G.:Yakın gelecekteki projeleriniz nelerdir?
T.M.: Bir süredir gündemde olan bi proje olan New Media Cafe var.Çok interaktif ve modern bir sanat ortamı yaratmayı düşünüyoruz.Ayrıca çalışmalarımı kitap haline getireceğim.Şu an en çok onun üzerinde çalışyorum.

G.G.: Türkiye'de sanatçı olmak zordur ifadesine katılıyormusunuz?
T.M.:
En azından sanatçı olmak zor olmalı diyebilirim:)


G.G.: Katkılarından dolayı Teoman Madra'ya çok teşeşşür ederim.



Gülsün Orhon ile Büşra Turhan'nın keyifli sohbeti


Arkadaşımız Büşra Turhan, Sayın Gülsün Orhan ile görüşmüştür.
Büşra turhan: Önce biraz kendinizden bahseder misiniz, kimdir Gülsün Orhon ?
Gülsün Orhon: Bursa İnegöl de doğdum, Eğitimini 1969 - 1972 İDGSA Heykel Bölümü'nde sürdürdüm, İstanbul ‘a da o zamanlarda geldim. Daha sonra , eşimle Amerika’ ya gittim ve akademi hayatıma orda devam ederek, Massachusetts College of Art - Heykel Bölümü'nden mezun oldum.

B.T.: Sizce yaptığınız sanat yetenekle olan bir iş mi yoksa bu beceri sonradan kazanılabilir mi ?
G.O.: Tabi ki yeteneğin önemi çok fazla fakat bugünkü sanatçılara baktığımda sadece yetenek değil zekanın aklında önemli olduğunu görüyorum.

B.T.: Peki bu sanata olan merakınız, yeteneğiniz çocukluğunuzdan beri var mıydı yoksa sonradan oluşan bir merak mıydı, nasıl keşfettiniz bu yönünüzü ?

G.O.: Bende sanata olan merak çocukluğumdan beri vardı., bu merakımı ve sanata olan yatkınlığımı ilkokuldaki resim öğretmenim keşfetti. Resimlerime bakmadan direkt 10 veriyordu, bu da doğal olarak beni motive ediyordu. Kendisi bugün realist resmin savunucularından biri olarak görülmektedir.

B.T.: Aileniz etkili miydi seçiminizi yapmanızda ?

G.O.: Ailem her zaman destek verdi, sanata olan ilgimi biliyorlardı ve hep arkamda durdular. Sanatçı olmamda onların etkisi tabii ki büyüktür.

B.T.: Yeni bir eser yapmaya karar verirken sizi tesvik eden sey nedir ? O eseri yapmaya nasıl bir duyguyla baslarsınız ? Yani sizin ilham kaynağınız var mıdır varsa nedir veya kimdir ?
G.O.: Bir çalışma yapmaya ya da bir sergiye başlayacağım zaman, eğer serginin belirli bir konısu varsa o konuda ya da kendim bağımsız çalışmaya başlayacağım zaman yapacaklarım sürekli aklımdadır. Sokağa çıktığımda, tv izlerken ama genelde yalnız düşünerek çalışmalarıma karar veriyorum, hatta geceleri uykumdan uyanıp çalışmalarımı düşündüğüm zamanlar oluyor. Özellikle tv de izlediğim dizilerden, filmlerden etkileniyorum.

B.T.: Türkiye’ de sanatın şu anki konumu hakkında ne düşünüyorsunuz ?
G.O.: Şu an Türkiye ‘ de sanatı çok iyi buluyorum çünkü nüfus olarak gençlerimiz çok fazla ve bu gençlerin sanata eğilimi çok güzel. Şartlar koşullarda çok iyi eskiye göre toplumda sanatın yaygınlığı gitgide büyüyor.


B.T.: Türkiye ‘ de kadın sanatçı olarak zorluk yaşadınız mı hiç ?
G.O.: Ailem arkamda olduğu için bu konuda pek zorlanmadım fakat her konuda oluğu gibi bu konuda da Türkiye deki kadınlar zorluk çekiyorlar.

B.T.: Günümüz teknolojisinin sanata etkisi nedir ?
G.O.: Teknolojinin sanata çok büyük çapta etki ettiğini düşünüyorum.
B.T.: “ Gözümüz duvarda asılı olan tablolara takılıyor. ”
B.T.: Duvarda ki tablo bir fotoğraftan değil mi ?
G.O.: Evet orası karşı sanat galerisi, bana hep bir havuzu hatırlatıyordu, burada yapılmış olan ütopyalarınız adlı sergiye bende bu fotoğrafla ve bu temayla katılmıştım.


B.T.: En sevdiğiniz artık hayatta olmayan ressam ve en sevdiğiniz yaşayan ressam kim?
G.O.:
Çok zor bir soru kimse arasında ayrım yapmak istemem.

B.T.: Yaratırken sessizliği mi yoksa müzik dinlemeyi mi tercih edersiniz? Cevabınız müzikten yana ise genelde ne tip parçalar dinlersiniz?
G.O.: Genelde yalnız olmayı ve sessizliği tercih ediyorum, düşünmek beni motive ediyor.


B.T.: Teşekkür ederim...


3 Nisan 2009 Cuma

Gonca Sezer @ ARTIK

Arkadaşımız Ece Nur OKUMUŞ, sanatçı Gonca Sezer ile ARTIK Sanat Galerisinde görüştü:

Ece Nur Okumuş:İlk başta sizi tanıyabilir miyiz, kimdir GONCA SEZER?
Gonca Sezer:
Güzel sanatlar fakültesi mezunuyum, o zamanlarda adı öyleydi sonradan mimar Sinan üniversitesi oldu. Master yaptım sonrasında doktoraya başladım. Yurtdışına gittiğim için bu nedenle doktora yarım kaldı. Profesyonel sanat hayatıma 85 yılında üniversitede başladım. Galerilerle bağlantılar kurduk genç sanatçılar olarak 12 Eylül olayları sonrasında olduğu için apolitik gelişmiş bir gençlik olduk Özal sonrasında sanata çok prim veriliyordu o dönemlerde kişisel sergilere atıldım plastik sanatlarla başladım görsel sanatlarla uğraşıyorum disiplinler arası sanatla uğraşıyorum fotoğrafı da kullanıyorum tuval geçmişim var akrilik yağlıboya geçmişim var. Şimdiye kadar 6 kişisel sergim var. Şu anda çağdaş sanatla uğraşıyorum geçmişimde tuval ve plastik sanat geçmişi olan bir sanatçıyım çok genç başladım bugüne kadar devam ettim

E.N.O.: Sanat geçmişinizde etkilendiğiniz kişiler oldu mu?
G.S.:
Tabiî ki de oldu hem yurtiçinde hem yurtdışında oldu. O zamanlarda bu kadar Internet olanağı yoktu global sistem oturmaya başladı Özal döneminden daha sonra ekspresyonist ve soyut akımdan çok etkilendim onları baz alarak çalıştım ama kendi iç dünyamı yansıttım kendi problemlerimi yansıttım. İfadecilik var oluşçulukla ortaya çıkan akımdan etkilendim ve öyle başladım okulda hocalarımdan etkilendim ama zamanla kendi bireysel yolumu buldum araştırarak deneyerek ulaşıyorsun.

E.N.O.: Klasik bir soru olacak ama gonca sezer eğer sanatçı olmasaydı neyle ilgilenirdi?

G.S.: Yine sanatla uğraşırdım diye düşünüyorum görsellik benim için çok önemli görsellikle ilgilenirdim. Güzel sanatlarla ilgilenirdim sinema edebiyat olabilirdi.

E.N.O.: Araştırdım ve yurtdışında sergiler açtığınızı okudum, sizin için en önemli serginiz hangisi?

G.S.: Bütün hepsi çok güzeldi. Hiç birini ayırt edemem. İlk sergimi 1985 yılında okul işlerinden sonra açtım. İlk profesyonelliğe adım attığım için o çok daha heyecan vericiydi ondan sonrakileri daha ciddiye almaya başladım. Her yeni sergi yeni bir heyecan tabiî ki her seferinde daha da büyük hedefleriniz oluyor. Bütün sergiler aynıdır hiç birini ayırt edemem hepsi ayrı önemli. Daha ciddiye almak gerektiğini düşündüğüm ve öyle olması gerekiyor zaten daha çok çalışıyorsun zaten o basamakları çıkmaya çalışıyorsun ne kadar çıktığımı ben bilemem zaten ama sanat tarihçileri ve eleştirmenlerin yorumlayabileceği bir şey herkes kendi içinde uğraşıyor. O saptamayı ben yapamıyorum ama ilk sergim başlangıç noktası olarak heyecanlıydı. Başka sorunlar çıkıyor hangisini seçeceksin hangisini sergileyeceksin çok büyük bir çalışma.
Bana vermiş olduğunuz “Görgü Tanığı” adlı katalogda sizi anlatan resimlerin olduğunu söylediniz E.N.O.: Sizi anlatan derken, duygusal anlamda mı, yoksa hayata bakış açınızı mı ne şekilde sizi anlatıyor?
G.S.:
Düşünce çok önemli düşünce olmadan duyguları ifade edemezsiniz önce o düşünceyi oluşturacaksınız burada duyguları ısın içine katacaksın yanı düşünmeden bir fikri oluşturmadan bir görsellik gösteri olmuyor. Benim sergilerimdeki resimlerimde ya da başka yerlere verdiğim çalışmalarımda mutlaka bir düşünce vardır bir görüş vardır ve görüşün üstünde duygu vardır ama düşünce çok önemli çünkü sanatla zanaatı ayıran şey budur. Herkes sanat yapabilir. Bir savaş üzerine barış üzerine kadınlar üzerine her şeyi sanata katabilirsin sanat öyle ki sosyolojiyle, edebiyatla, psikolojiyle matematikle bile bağlantılı mantıkla bağlantılı sanatta kültürde çok önemli kültürde mutlaka bir düşünce var ve bu düşünceleri yansıtmak zorundayız bu düşünceleri insanlarla paylaşmak zorundayız o zaman işte duygularda ortaya çıkıyor.


E.N.O.: En sevdiğim resminizi neyi düşünerek yaptınız neyin etkisinde kaldınız?
G.S.:
Bağlı adlı bir sergiden Urart sanat sergisinden, aşk olabilir insanların birbirine bağlılıkları olabilir ailemize bağlılığımız ülkemize bağlılığımız olabilir. Özel bir ilişki sonrasında çevremizle de bir ilişkimiz olur toplumsal bağlantılarımız var yani bağlı isminden çıkmıştı. Bütün dünyayla bağlantımız tek bir bireyden yola çıkarak bütüne varmak da diyebiliriz.

E.N.O.: Eğer Gonca Sezeri anlatan bir resim yapsaydınız bu resmin genel rengi ne olurdu?
G.S.:
Değişik bir soru bütün renkleri severim maviyi de çok severim yeşili çok severim içinde mutlaka aydınlık olur sarı koyardım benim renklerim çok katmanlıdır şeffaf ve katmanlı renkler olmalı renkleri kazırım başka renkler katarım uydururum renklerim normal sarı değildir mesela işte o Gonca sarısıdır. Onu bulmaya çalışıyorum kendi olmak var olmak ve insanlarla bunu paylaşabilmek herkes kendine dönebilse kendini önemli görebilse herkes kendi ve tek sanatta bunun için aracı. Edebiyat tiyatro sinema performanslarda önemli bunun için.

E.N.O.: Mekânınızın adı neden ARTIK MEKÂN?
G.S.: Çok güzel bir soru. Öncelikle böyle bir soru sorduğun için teşekkürler. Ben bir arkadaşımla(Yeşim Ağaoğlu) birlikte burayı açmayı düşündüm. Biz işlerimizde bağımsız olarak sergileyebilmek ve gösterebilmek istedik hiçbir aracı olmadan hiçbir medyatik grup ya da medya olmasın istedik. Medyatik yerlerde olduğun zaman problemlerin içine giriyorsun. İnsanlarla izleyicilerle birebir olmak için burayı tercih ettik ARTIK da ART ve IK tan geliyor artık bunu yapalım anlamında. Bir bağımsız mekânımızın olmasını biz, arkadaşlarımızda tanımadığımız insanlar da gelsin burada bir takım işler yapsın aracı olmadan sizlerle buluşalım bir şeyler yapın diye

E.N.O.: Böyle bir yer gerçekten çok hoş.
G.S.: Evet, ama sorumluluğu çok fazla en ufacık bir iş olduğunda onunla ilgilenmelisin reklâm tanıtım insanlara ulaşımı çok zor. Hepimiz varız kapitalist düzendeki o kurum yok. bu ütopik bir olay yaptığımız şey nereye kadar devam eder bilinmez büyük bir risk sonuçta aldığımız şey keşke böyle yerler olsa ve insanlar gelse görse ve baksa bu ıkınsın arasındaki şey çok farklı insanlar gelsin görsün bunlar çok önemli.

E.N.O.: Şu anda hala devam etmekte olan Dali sergisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
G.S.: İki üç defa gittim. Dali hakikaten çok iyi bir sanatçı. Dali psikanaliz yapan ve gerçek ustu sanatı dünyaya tanıtan insanlardan biri. Edebiyat, plastikle de uğraşıyor çok yönlü bir sanatçı Dali. Filmler yapmış kendini sanata adamış aslında. Bence çok iyi çok değerli bir sanatçı, çok büyük bir usta, hayran oluyorum. Ama o son dönemlerinde dedikleri o politik tavrı falan benim için hiç de önemli değil. Yani olmamalı çünkü o mutlaka başka yerlere göndermeler yapıyordu. Başlangıç noktası çok önemli, çıkış noktası çok önemli. Resimlerini çok beğeniyorum. Çok mükemmeliyetçi olmasını tasvip etmiyorum. O çok olumsuz bir olay ama sanatla resimlerini birleştirmesi çok güzel. Luıs BUNUEL’in Endülüs köpeği isimli resmi mesela aynı zamanla sanatın çeşitli yönleriyle ilgilendiğini de gösteriyor. DANTE’nin ilahi komedyasını resimlerinde işlemiş belli kesitlerini ve bu da edebiyatla bağlantılı olduğunu yansıtıyor. Donkişot’u resimlemiş küçük küçük parçalar halinde ele almış. Sanatla uğraşan bir insan çok yönlü olmalı. Olmalı derken katı kurallarım tabularım yok elbette ama olmalı. Hayatta her yöne dâhil olmalıyız her şeyin içinde olmalıyız.
E.N.O.: Bana vakit ayırdığınız ve sizin gibi bir sanatçıyla röportaj yapabilmemi sağladığınız için teşekkürler. Bir sonraki serginizde yeniden karşılaşmamızı umuyorum.












Ece Nur OKUMUŞ



Bedri Baykam ile Mete Alp Piramit Sanat’ta


Bedri Baykam ile Mete Alp Piramit Sanat’ta buluşup konuştular. Kavga etmediler:


Mete ALP:Farklı bir çocukluğa sahip olduğunuzu okudum.


Bedri Baykam: Her çocuk resim yapar. Fakat benim farklılığım belki şuydu; bende her çocuk gibi iki yaşından beri resim yaptım. Yaptığım resimlerin cocuk resimine benzemediğini farkettiler. Annem ve teyzelerim yaptığım resimleri Ankara’da sanatçı ve sanat eğiticisi Kayhan Keskinok’a gösterdiler ve o da çok beğendi. 6 yaşında Cenevre ve Bern’de ilk yurtdışı sergilerim açıldı. 1963 yılından itibaren, dünyaca ünlü oldum. Bu tabii çok erken geldi ve yabancı basında hakkımda harika çocuk diye makaleler çıktı. Bu sıfatta bana yıllardır bir şekilde yapıştı.
Çocuk yaşta bu sıfatı alan bir çok insan daha sonra bunu yetişkinlik hayatına taşıyamaz veya bunun altında ezilir, komplekse girer. Bu tür şeyler dünya da görülen duyulan şeylerdir. Ama ailem bu konuda çok dikkatli oldu. Hem normal bir çocukluk geçirmemi sağladılar, dil eğitimi almamı sağladılar. Bunun dışında normal çocukluğumu yaşadım, mahallede, okulda... Ama uluslararası sergiler için yurt dışına gittim geldim. Ve bu gün yaptığım sanatın kökeninde de hep o çocukluğumda yaptığım sanat var. Bunları hiç bir zaman unutmadım Retrospektif sergi yaptığım zaman da iki yaşından beri çizdiğim, bu güne kadar yaptığım resimler ile bir arada sergilendi. Hayatımın kökeninde çocukluk döneminde yaptığım resimler, o dönem var. Ve ben bunu gayet barış içinde kendimle yaşıyorum ve kabul ediyorum. Ama sizi güldüreyim benim için değilde toplum için sorun oluyor. Toplum hemen “hay allah bu adam çocukluğunu yaşayamamıştır” diye bir gerginliğe giriyor. Halbuki öyle birşey olmadı. Bunlar çok dikkatli halledilen sorunlar oldu ve o yaşadıklarımın tümü otobiyografimin 2 cildinde “harika çocuk” “sonsuz okyanus” kitabında çok derin ve detaylı olarakta arzu edenler tarafından dikkatle okunuyor.

M.A.: Gördüğüm kadarıyla oldukça yoğun bir tempoda yaşıyorsunuz. Bu kadar yoğunluk içindeyken bile sanat dışında ilgilendiğiniz bir çok dal var. Mesela tenisteki başarınız. Bu kadar çok yönlülük olması sizi yormuyor mu?

B.B.: Tenis ve futbol benim çocukluğumdan beri yaptığım sporlar. Milli tenisçi de oldum, Futbolu daha amatörce oynadım. Ama yine haftada iki halı saha, haftada bir tenis oynamaya devam ediyorum. Ve onlar benim sağlıklı kalmamı, dinlenmemi sağlıyor, belki sağlıklı bir bünyeye sahip olmama neden oluyor. Diğerleri mesela yaptığım siyaset, yazdığım yazı, çektiğim fotoğraf bunlar zaten sanat hayatımın bir parçası. Mesela ben politikada neyi savunuyorum? Özgürlüğü ve demokrasiyi savunuyorum. Ya da edebiyatta yada genel şeyde, köşe yazılarında, yazarlar özgürce yazsın, erotizme, mizaha sansür olmasın,gazeteciler kendini özgürce ifade etsin, demokratik ortam eleştirel ortam canlı olsun. Bunların olmadığı ortamda zaten sanat üretilemez. Sanatın bu ülkede üretilebilme şartlarını da elde tutmak için o mücadeleyi veriyorum. Dolayısıyla bir çelişki yok. Resmin yanı sıra oto yedek parçacılığı ya da dişçilik yapmıyorum. O yüzden bunları kendi içimde sorunsuz bir bütünlükte görüyorum. Ama ilerde insanlar bir araştırma yaptığında herhalde iki, üç tane benzer kullanır. Çünkü bir insanın hem 2500 konferans verip hem 30 kitap yazıp, bu sergileri açıp, bir de CHP genel başkan adayı olması, cumhuriyet yazarı olması. Bunlar mümkün değil diyecekler ben de onları anlayışla karşılayacağım. Mesela 100 yıl sonra belki hakkımda film yapılacak ya da böyle iddalar atılacak ortaya ben bunu biliyorum. Içimden geçerken gülüyorum. “nasıl sığdırıyorsun” diyorlar, “fazla kurcalama” diyorum. “Çünkü fazla kurcalarsan büyü çöker, nasıl yaptığımı bende bilmiyorum” diyorum. Ama uykumdan çalıyorum mesela. Günde ortalama dört saat uyuyorum.

M.A.:Peki az önce sanata da değindiniz. Sizin için sanat ne ifade ediyor?

B.B.: Her sanatçı özgürce istediği çalışmayı yapar. Isteyen çiçek böcek resmi, isteyen tamamen soyut resim yapar, isteyen deneysel sanat yapar, isteyen tamamen klasik resim yapar. Ama sanatçı her şeyden önce özgürdür. Bence bir sanatçı tabiki riski aldığı zaman, daha yenilikçi bir tavır sergilediği zaman sanat tarihinde kalma ihtimali daha fazladır. Sanat tarihi yeni öneriler getiren sanatçıları aklında tutmuştur. Yani Dali Picasso gibi resim yapsaydı Dali olmazdı.

M.A.:Bu güne kadar yaptığınız bir çok sergi var. Bunların içinde size en çok iz bırakan sizin en çok içinize sinen sergi hangisidir?

B.B.:İtiraf edeyim, 1983 de İstanbul’da Atatürk Kültür Merkezinde açtığım büyük sergi Türk çağdaş sanatının 80 lerde yeni dışavurumculuğu batıyla aynı anda yaşamasını ve o güne kadar ki türk sanatınında büyük bir kırılma yaratmasını sağlamıştır. Çok tarihi bir sergiydi. Neden? Çünkü ilk defa Batı ile eş zamanlı olarak yeni bir akımı Türkiye aynı anda yaşadı tartıştı.. Biz sürrealizmi, kübizmi aynı anda yaşamadık. Ama yeni dışavurumculuğu bu şekilde aynı anda yaşayabilmiştir Türkiye o sergiden itibaren. O eş zamanlılık türk sanat tarihinde bir dönemeçti, bir ilkti.

Ikincisi de 1987 yılında açtığım hamamda, birinci Istanbul Bienalinde açtığım sergidir. O sergide beş duyuya hitap eden işler kullandım, koku, fotoğraf, siyaset, mizah kullandım, multimedia dediğimiz ve daha sonra adına güncel sanat denilen deneysel sanat tarzlarını birleştiren bütün o çıkışların kökeni de, önemli bir ölçüde 80 lerdeki hamam sergimdir. O sergiyi hala görüp unutamayan çok insan vardır.


M.A.:Sizi sanata iten asıl güç olarak neyi gösterebiliriz?

B.B.:Çocukluğumda benim bu kadar ilgilenmemim kökeninde gittiğim yada oynadığım kovboy filmleri, kızılderililer, savaşlar var. Bunları ölümsüzleştirmek, o sahneleri yaratmak. O kovboylara sahip olmak. O duygu bana ilk o atları ve savaş resimlerini yaptırmıştır.

M.A.:Pariste, Amerika da ve Türkiye de bulundunuz. Bulunduğunuz bu ülkeler arasında hangisi sanatınızı daha çok etkiledi?

B.B.:Amerika,California. Orada geçirdiğim yedi yıl benim hayatımın hepsini şekillendirdi. Sanatımın hep devrimci hep ilerici kalmasını sağladı. Ben Amerika’nın çok ilerici bir yerinde yaşadım, barış hareketi, savaş karşıtı hareketler… bütün bunların doğduğu yerlerde yaşadım ve aynı zamanda da çok bağımsız bir sanatçı olarak yaşamının bütün zorluklarını yaşayarak orada geçirdim. Ben orada tenis dersi vererek yaşadım. Ama kökenine indiğinde o çocuk resimlerim…

M.A.: Yurtdışındaki açtığınız sergilerdeki insanların tepkileriyle Türkiyede açtığınız sergilerdeki insanların arasında ki yapılan yorumlarda çok farklılıklar varmıydı? Ne gibi farklılıklar vardı?

B.B.:Burdaki insanın benim tarihçemi ve sergilerimi daha fazla görmüş olma ihtimali var. bana daha alışık. Mesela Istanbul seyircisi benim en iyi seyircim. Çünkü en çok sanatımı takip edenler istanbullular. En çok sergiyi Istanbul da açtım, ondan sonra Paris ve Newyork geliyor. Dolayısıyla buradaki izleyiciyle özel bir iletişimim var. Istanbul beni şekillendirdiği kadar bende istanbulun estetik değerlerini önemli ölçülerde sekillendirdim. Bu karşılıklı alışveriş. Ama yurt dışındaki bir insanda bir resmime baktığında her türlü şeyi görebiliyor, diğer resimlerle ilişkisini daha iyi kurabiliyor. Sanat kültürü ve müze daha fazla olduğu için bu resimlerden haz alacak parçacıklara daha fazla sahip olmuş oluyor.


M.A.:Sizin koyu bir fenerbahçeli olduğunuzu biliyoruz. Fenerbahçeye yönelik çalışmalarınız var. Bunlardan biraz bahsedebilir misiniz?

B.B.: Fenerbahçe çok önem verdiğim bir tutku. 5 yaşından beri fenerbahçenin her maçını takip ediyorum. Fenerbahçe için bir 90. yılında bir de 100. Yılında olmak üzere iki sergi açtım. Bir kulübün bu kadar tarihi üstüne sergi yapılmış başka bir kulüp yok dünyada. O da Bedri Baykam ile Fenerbahçe ilişkisinin küçük bir ayrıcalığı olmuş oldu. Geçen sene de o dev 26 futbolcunun bulunduğu ideal kadro tablosunu yaptım. Ayrıca son bir yıldır yaptığın 4 boyutlu resimlerin kökeninde de Fenerbahçe sevgim vardır. Çünkü ilk Fenerbahçe serisi için yaptım. Fenerbahçe tarihinin derinliğini yakalamaya çalışırken mecburen bütün tekniklerimi ve bulgularımı harmanlayıp 4 boyutu yarattım.

M.A.: Son zamanlarda yaptığınız resimlerde 4 boyut var. 4 boyutlu resim tam olarak nasıldır yoksa bu bir PR çalışması olarak mı çıktı?

B.B.: 4. Boyut şudur; 3 boyut o derinlik. 4. Boyut ise zaman. Yani değişik zamanlardaki planları bir araya getiriyorum, zaman faktörünü de eklemiş oluyorum. 4. boyut, zaman.

M.A.: Tüm bunların dışında sizin sıradan bir gününüz nasıl geçiyor?

B.B.: Hiç biri birbirinin aynısı değil. Ama özetle bir haftam nasıl geçiyor diye söyleyeyim. 2 günüm sabahlayarak resim yapmakla geçiyor, bi gece maça gidilir, futbol izlenir, bir gece bir kokteyle gidilir. Gündüz bir öğrenciyle görüşme yapılır ya da kolesksiyonerler gelir gider, resim bakarlar onlarla sohbet edilir. Ya da bir sanat tarihçi gelir. Ya da bir üniversitede bir konferansım vardır. Asistanlarımla yazışmalar yaparım, Tükiye veya yurtdışındaki işlerimi takip ederim. Istanbul’un değişik yerlerinde bir kahvede oturup kitap okurum. Herkes gibi dişçi gibi veya sokataki rutin işlerimi yaparım. Haftada iki futbol ve tenis oynarım. Bunları oğlumla da yaparım. Müzik dinlerim.


M.A.: Önümüzdeki günlere dair planlarınızdan, projelerinizden bahsedebilir misiniz?


B.B.:
Önümüzdeki yıl Paris’de, İstanbul’da ve Bern’de resim sergilerim olacak. Onların hazırlığı ile uğraşıyorum. Ayrıca 4 boyutlarla ilgili yeni çalışmalarım var. Aynı anda yürüyen bir kaç kitabım var O kitaplardan birini hızlandırıp 2009 da bitireceğim. Şu anda 15 Ocak ta açılacak 4-D sergimin hazırlikları ve bu hafta Ankara da açılacak küratörlüğünü yaptığım “68 in 40. Yılı, Bir Rüzgarın Arkeolojik Kazısı” sergisi var gündemimde…
M.A.: Çok teşekkür ederim.

DOĞAN EKŞİOĞLU:DÜNYA ÇAPINDA BİR İLLÜSTRATÖR


Tuğba ÖZEL , 29.12.2008

Gürbüz Doğan Ekşioğlu; karikatürist, illüstratör. Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Grafik Tasarım Bölümü, öğretim üyesi, Free Lance New Yorker kapak tasarımcısı, kedi sever...

Tuğba Özel : Gürbüz Doğan Ekşioğlu kimdir? Kısaca kendinizden söz eder misiniz?


Gürbüz Doğan Ekşioğlu : 1954 yılında Ordu ilinin Mesudiye ilçesinde doğdum.Orta okul ve liseyi Ordu’da tamamladım. Resme karşı hep ilgiliydim,o yüzden lise 2 ve orta 2 de sınıfta kaldım.Resim çizmek müthiş birşeydi benim için.İlk olarak Erzurum Ziraat Fakültesinde 3 ay okudum,orada mutlu olmadım ardından yatay geçişle Yıldız Teknik Üniversitesi ,İnşaat Mühendiliğine geçtim 2 senede orada okudum,fakat orda da mutlu olamadım.Daha sonra Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi , Grafik bölümüne girdim ve oradan mezun oldum.Kendimi bildim bileli resimle alakalıydım aslında,,hatta coğrafya atlaslarındaki resimler bile etkiliyordu beni.

T.Özel : Eğitim süreciniz nasıl şekillendi?
G.D.Ekşioğlu :
Ressam olmak istiyordum aslında. Resim kursuna gidiyordum ve oradaki hocam,okul tercihinde grafik bölümünü tercih etmemi söyledi ama grafiğin ne olduğunu bile bilmiyordum ve Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik bölümünde okurken grafiğin ne demek olduğunu öğrendim.Resim görsel bir anlatım biçimidir,bu yüzden beni çok etkiliyordu.Benim ilgimi çeken şey, başkalarına ilham veren resimler yapmaktı.

T.Özel : Okul dışında yapmış olduğunuz çalışmalarınız var mı ?
G.D.Ekşioğlu :
27 yıldır akademik ortamın içindeyim, 25 yıl Marmara Üniversitesinde öğretmenlik yaptım.İki buçuk yıldan beri de Yeditepe Üniversitesi Grafik Tasarım bölümündeyim.Sahip olduğum kariyer ise;yardımcı doçent.Neden yardımcı doçent,profesör değil derseniz eğer; lisan barajı olmadığı zaman,dünyanın en iyi işini yapsanızda,kanuni madde yoksa,ne yazık ki profesör olamıyorsunuz.Onun dışında ticari,sanatsal ve akademik sistem içerisinde işlerimi yoğun bir şekilde yürütüyorum.

T.Özel : Peki,neden karikatürle ilgilendiniz ?

G.D.Ekşioğlu : Çocukken evimize Cumhuriyet ve Milliyet gazeteleri gelirdi.Cumhuriyet gazetesinde Ali Ulvi Ersoy diye bir çizerin işleri vardi ve anlatım dili yazısızdı.Onları bilmece gibi çözerdiniz ve o bilmece gibi çözme duygusu karikatürle ilgilenmeme sebep oldu.1977 yılında çıkan bir vatan gazetesi vardı,orda özgürlük konulu bir karikatür yarışması düzenlendi.Yarışmaya girmek istedim çünkü ondan önce de resim yarışmalarından ödüllerim olmuştu.15gün üzerinde uğraştığım bir karikatür oldu,tam ertesi gün postaya vereceğim;aklıma gece 12 de bir fikir geldi,kalktım 15-20dakika da çizdim.ikisinide yolladım.Ardından bana bir yazı geldi,ikincilik ödülü aldınız diye.Gazetede yayınlandı bu resim ve bir baktım 15dakika da yaptığım iş.O karikatür ise şöyleydi;kafesin içinde bir kuş var ve kafesle beraber uçuyor.Kısacası ödül almak size bir güç veriyor ve o nedenle yarışmalar benim hayatımda çok önemlidir.

T.Özel : Çalışmalarınızda kedi figürlerine çok yer veriyorsunuz,bunun sebebi nedir?
G.D.Ekşioğlu :
Amerika’ya gittiğimde baktım ki hayvan resimleri çok yaygın,kent yaşamında yaşayan insanlar doğadan uzaklar ve hayatlarını hayvanlarla paylaşıyorlar.Hayvanlara adeta insan gibi davranıyorlar,süslü kıyafetler giydiriyorlar,berbere götürüyorlar.Benimde evimde bir kedim var ve kedi çok özgülükçüdür,kendine müdahale ettirmez,asildir.

T.Özel : The New Yorker dergisine kapak yaptınız,nasıl gelişti bu süreç ?
G.D.Ekşioğlu : Yarışmalarda ödül almam ve yabancı jüri üyelerinin işlerimi çok beğenmesi,onların motivasyonuyla Amerika’ya gİttim.Orda sistem şu şekilde işliyor; onlara dosyalarınızı veriyorsunuz,size ulaşıyorlar.Bende öyle yaptım,ilginç ve değişik buldular yaptığım işleri,bu şekilde gelişti.

T.Özel : Yurtdışına göre ülkemizde illüstrasyonun yeri nedir sizce ?
G.D.Ekşioğlu :
Herşey ne kadar farklıysa illüstrasyonda o kadar farklı.Türkiye’de illüstrasyon çok gelişmiş birşey değil,fotoğraftan daha özgün bir yaratıcılık olduğunu anlatamazsınız insanlara.Özellikle çocuk kitabı illüstrasyonlarında çok fazla sömürü var.o yüzden malesef ülkemizde yeterli değil.

T.Özel : Okul dışında yapmış olduğunuz çalışmalarınız var mı ?
G.D.Ekşioğlu :
Hiç bana sipariş verilmeden yapmış olduğum işlerim var,şu anda Güzel Sanatlar Fakültesindeki sergideki resimlerin yüzde 95’i öyledir.Zaten o yüzden güzellerdir.Çünkü siparişte başkasının istediği vardır,bunda sadece kendi duygularım ve hissettiklerim var.Benim için herşeyden önemli olan budur.

T.Özel : Son olarak söylemek istediğiniz birşey var mı ?
G.D.Ekşioğlu :
Çok teşekkür ediyorum,sorularınız çok güzeldi.Hazırlanıp geldiğiniz için de ayrıca teşekkür ederim..
T.Özel : Zaman ayırdığınız için ben teşekkür ederim.

İsmet Doğan: “Belki de uzak mesafeler arasında, hayaller bile dayanamaz usulca silinirler...”


İsmet Doğan 1 5mart 1957’de Adıyaman Besni’de doğdu. 1978-82 yılları arasında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde öğrenim gördü. 1982-83 dönemimde İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde master programına devam etti.1988-89 arası Fransa Dışişleri Bakanlığı Bursu ile Paris Güzel Sanatlar Akademisi’ne bir yıl devam etti. 17kişisel sergisi olan sanatçı İstanbul’da mesleğini serbest olarak sürdürmektedir.Temel sorunsalı “kültür, kimlik, beden” kavramları olan sanatçı İsmet Doğan, aynı doğrultuda resimleri ile bu sergide yer almaktadır. Doğan, “Türkiye’de ‘beden halleri’ni çeşitli biçimlerde yorumluyorum” diyor.
Turkiyenin ünlü ressamlarından ismet Doğan'la yaptığımız sohbet havasında geçen hoş röportajı sizlerle paylaşıyorum:

Elif Biçer: Çoçukluğunuzun geçtiği toprakları anlatır mısınız? O ortam sizi sanatsal yönden nasıl etkiledi?
İsmet Doğan: Ben Anadolu’da büyüdüm. Orada ilk mezun öğretmenler, hocalar aydınlanma zihniyetiyle Anadolu’ya geliyorlar. Bizde onlarla karşılaşıyoruz.O karşılaşmada okuma zevkinde resim yapma olayında bütün o aydınlanmacı hocalarımız bize o şevki, hevesi, heyecanı verdi. Orta okuldaydım ama öğretmen okulu olduğu için onlar bizim resim dersimize girerdi.Çok iyi hocalar vardı. Abartmıyorum, fizik hocamız aynı anda iki elini kullanırdı.Tahtaya bir eliyle kalp yapardı aynı anda diğer eliyle oklar çizerdi.Bir gün bir hocamız resim yapmamızı istemişti. Ben resmi yaparken yanımdaki arkadaşım da bana bakarak resim yapardı ve hoca onunkini beğenirdi. Sonra sorgulamaya başladık, resim nedir diye.Yavaş yavaş bir anlamda modern sanat modern düşünce oluşuyor. Modern kültür dediğimiz problemli bir şekilde var ya da yok gibi. Ama bu düşünce Mustafa Kemal ile geliyor daha öncesinde İttihat ve Terakki geliyor.200 yıllık batılılaşma tarihimiz var. Mısır yapamıyor mesela İran yapamadı. Pehlevi’nin karısı yapmaya çalıştı. O anlamda da çok uğraşmış entellektüelller.Öğretmenlerimiz o aydınlatma zihniyetiyle gelip bizi aydınlattılar.Böylece yavaş yavaş kendiniz olmaya başlıyorsunuz. “İnsanın kendisi olmak” çok zordur. Kendin ol kendin ol diyorlar ama çok kolay değil. Antik yunanda kapıların üstüne de yazıyorlarmış kendin ol diye. Böylelikle farkındalık başladı. Onbeş, onaltı yaşlarında da tartışmaya başlardık. Kemalizmi aşkı da tartışıyorduk. Ankaraya gidiyordum. Babamın isleri Ankaradaydı. Sonra liseye burda başladım. Siyasal okumak istiyordum. Felsefe, psikoloji okumak istiyordum. Lisede o dönemler olaylar vardı. Sol düşüncesindeydik. Sanatı o zamanlar aşağılıyorduk, ben aşağılamıyordum. Beni eleştiriyorlardı bu yüzden. Ben çalışıyordum o dönemde ekonomik bağımsızlığımı almak için. Gece okula gidip gündüz çalışıyordum.Güzel sanatları seçtim.

E.B.: Sanatçılığı seçme konusun ikilem yaşadınız mı? Bu cesareti neye dayanarak gösterdiniz ve ya ek olarak gelir getiren arka planda işiniz var mı?
İ.D.: Tabi insan yazar ya da bilim adamı gibi bir meslek ister. Oniki, onüç, ondört yaşlarında karar verirmiş insanlar. O zamanlar ben sanat yapacağım sosyoloji, felsefe falan. Erkek kardeşim bilimadamı o da sanattan anlamaz mesela. Ben kendi kendimi realize ettim, gerçekleştirdim. Ekonomik bağımsızlığımı alınca da aile de bir şey diyemedi tabi güzel sanatlar okumama.Çünkü karşıydılar.Diğeri realize etmek .O dönemde modern hareketlenme oldu onlarda teşvik ettiler. Mesela fizik hocam bana sen fizik matematik okumalısın demişti.Realize etmek lisede olduğu gibi üniversite de böyle oldu. Gece ölümüne girdim baktım olmuyor gündüz bölümüne geçtim.Çünkü okula da istediğim zaman gidip istediğim zaman gitmiyordum.hocalarla asistanlarla iyi ilişkilerim vardı.yetenekli olduğumu anlamışlardı okulda da beni destekliyorlardı.Şimdi şunu söylüyorum gençlere; sizi yönledirmeye çalışanları sorgularsınız ama neye göre sorguluyorsunuz, temel bilgilerinizi almanız lazım. Yani bende okulda rahatsızdım.okulu araç olarak kulanıyordum.Mezun olduktan sonra korkuyorsunuz.Bir bunalım başlıyor.aileyle de restleştik hatta dayım bana karşı çıktı. Beşe kadar çalış beşten sonra resim yap. Hayır .öyle olmaz dedim.o da bana şunu söyledi “sen hayal görüyorsun bunu yapamazsın Türkiye’de.”Sadece resim yapmak değil okumak kendimi yetiştirmek alttaki düşünce bu.Bi de hakikaten birey olarak yaşamak çünkü problematik bir şekilde karışıyorlar.20 yıl görüşmedik dayımla.küçücük bir yer tuttum ben, orada tek başına kalma, tiyatroya gitme özgürlük duygusunu hissedersin.Tanpınar okuyordum. İyi arkadaşlarımda oldu. Bir kaç arkadaşım çok okuyordu.Atilla İlhan, Selim İleri onları tartışırdık bir yandan da klasik okurduk.Teorik kitap azdı.Hoca kitap listesi verdi, bana hepsi var dedim bende. Bir gün hocama dedim sinemaya gitmem lazım. Sinema Tek vardı. Orada ilginç filmler oluyordu. 12 eylül’de kapattılar orayı. O gitme eylemi başka bir şeydi. O zaman Beyoğlu daha burjuvaziydi.Hem kitap okuyup hem kendini realize etmek kimse size karışmadan kontrol etmeden, kendinizle başbaşa kalmak. Bir, gece çalışıyordum çünkü kimse aramıyordu. Ailemle de kavgalıydık. Bir de para nasıl buluyorduk; Ben bir kere arkadaşımı AKM’ de konsere çağırmıştım. Dediki bilet yok , gelir dedim.Tesadüfen birisi bilet var dedi. Alır mısın dedi, para da istemiyordu. Gördün mü bilet geldi dedim. Böyle böyle yaşıyorduk. Kiram çok ucuzdu. Yarışmalara giriyorduk. Kiramı çıkarıyordum. Böyle böyle yaşıyorduk.


E.B.: Fransa Dışişleri bakanlığı bursu almanızı sağlayan en önemli etken nedir?
İ.D.:
Bir galerici tanıdı, buldu. Sonra sergi açtık, ufak ufak satmaya başladık 85’te. Sabaha kadar oturup arkadaşlarla tartışmak bir haz, tek başına olmak bir haz. Bu başka bir şeydi. Gece oturup ağlamanın yeri, hepsini yaşıyorsunuz. Bunalım zaten başka bir şey. Bireyin bunalımı modern bir bunalım. Benim arkadaşım bi gün bana dediki biz bina yapıyoruz, sen resim yapıyorsun. Son derece ekonomik resim yapıyordum. Tabiki patlamak istediğim başka şeyler var. Ben mesela para yok gidiyordum tek başıma işkembecide çorba içiyordum, çok hoşuma gidiyordu. Kimseyle görüşmüyorsun falan. Ama şuan başka bir şey tabi. Tabi paris’te de gördüm. Bir insan geliyor oturuyor , yanlızlığını yaşıyor. Paris’in böyle bir alt yapısı var. Prag çok koyudur, Kafkanın anlattığı. Biz o dönem darbeden çıkmışız falan ama kimsede fazla bir şey yapamıyordu. Sonra Özal geldi. Biz resim satmaaya başladık.
Özal’ın nasıl bir etkisi oldu?
Özal hakikaten bir şeyler yaptı. Benim hiç aklımda resim satmak yoktu. Hocalık da istemedim, bir şekilde daha az parayla ufak yefek şeyler yaparak geçinirim diye düşünüyordum. O sırada kitap kapağı yapıyordum. Sonra resim satmaya başlayınca sergiden Fransaya gitme isteğim oldu. Dışişlerine bağlı Fransa Kültür Sarayının bursu var.Resimlerimi beğenmişler. Ben de gittim, Fransa’da kaldım. Malzeme sınırı yok güncel sanatta. Kolajı tercih ettim, bşr şey anlatmak için. Bir şeyi boyamakla yapıştırmak arasında çok fark var. Boyamak başka bir şey.Ben de kendim serüvenimi anlattım.

E.B.: Konularınızı kültür, kimlik,beden olarak yansıtıyorsunuz. Siz kendinizi sözle nasıl tarif edersiniz?
İ.D.:
Kendimi sözle iyi ifade edebildiğimi düşünmüyorum. Zaten ressamlar iyi birer konuşmacı olamazlar. Eskiden hiç konuşamadığımı düşünürken artık anlatmak istediklerimi daha rahat dile dökebiliyorum. Morley fonti “ Ressamlar sessizdir” der. Aslında ressamlar da bunun için resmi seçerler. Kelimelerin kifayetsiz kalması da benim resim yapmayı seme nedenlerimden biridir.

E.B.: Etkilendiğiniz sanatcılar var mı bu sanatcıların eserleri mi sizi etkiler yoksa kişilikleri mi?
İ.D.:
Etkilenmek değil de dünyada yapılan şeyleri bilmek lazım. Türkiye’de şöyle bir problem var . Herkes batıya bakıyor. Siz gençler için söylüyorum. Kuzey, Batı var bir de Doğu. Boş bilgiyle olmuyor. Problem oluşturmanız lazım. Yani bakarken problem oluyor. Boş bilgiyle olmuyor. Dolayısıyla herkes batıya bakınca Şöyle örnek vereyim Picasso’ dan örnek verirlerdi. Beni rahatsız ederdi. O sırada Tampınar okuyunca da ben içe dönüp, kendi kaynaklarıma bakardım. Sahaflara giderdim. Dergiler, kitaplar falan sabaha kadar tartışırdık. Yavaş yavaş sanat bir şeyi inşa eder. Bunun bir kısmın da sezgi ve deneyin vardır. Salt kuram değildir. Bir de ressamların cahil olduğunu görünce okumaya daha önem verirdim. Sinir oluyordum çünkü. Bazen duyarlılık da önemli kendi serüveninizle de ilgili. Ben doğudan geliyorum dolayısıyla daha duyarlı oluyorsunuz. Bunlar okuduğunuz şeylerle karşılaşınca pekişmeye oturmaya başlıyor. Atölyede çalıştığım zamanlarda o da bir deneyim kazandırıyor. Batı sanatını zaten okulda öğreniyoruz. Sonra kendi merak ettiğin şeyleri öğrenmeye başlıyorsun. Şu ana gelirsek güncel sanatçılar video art izliyorum. Sinema daha çok etkilemistir beni, daha çok beslemiştir. Edebiyatta beslemiştir. Çağdaş sanatta da çok iyi sanatçılar çıktı. Sonra dönemde bizim kuşakta da ama hep batıya baktığımız için. Mesela bir Avni Lifij’e, Osman Hamdiye bakmıyoruz. Biz o dönemde bakıyorduk, tartışıyorduk. Şeker Ahmet Paşa farklı perspektifi etki bıraktı bende. Figür yok diyoruz ama o şekilde var. Dünyalı olmayı savundum.

E.B.:Zaman zaman yorulduğunuzu hissettiğinizde sanattan uzaklaşmak istediğiniz oluyor mu?
İ.D.:
Zaman zaman yorulmak yok biz de, kaçıp mesafe koymak var. Sanat yapan her insanın metodları da var. Kişiliğine, karakterine göre. O zaman kitap okuyup mekandan da uzaklaşıyordum. Bunalım dediğim dönem dönem oldu. Ben bu ülkeye fazlayım.

E.B.:Sizce Turkiye’de sanatçıları yeterince anlayabilecek düzeyde insanlar % kaçtır?
İ.D.:
Sanat her zaman yüzde %30’u ilgilendirmiştir. Roman, Sinema daha geniş kitle.
Çevresel koşullar, kültürel bağlar etkiler.Biraz gözü varsa resme bakar. Bazı ülkelerde daha fazla meraklı kesim ve izleyici olabiliyor. Mesela Berlin ve Londra. Türkiye’de de potansiyel var. İkiyüzyıllık Batılılaşma tarihimiz var.
Aydınlanma nedir bilmek gerek. Kant bunun felsefesini kuruyor. Aydınlanmanın arkasından Şlaiklik ve diğerleri geliyor. Sonra bireylik çıkıyor. Modernleşme sürecini bitiremedik halen. İllede sanat yapmak değil, kimliğimizi oluşturmak.

E.B.:Türkiye ile sanatta ileri olan diğer ülkeleri karşılaştırdığımızda ne gibi farklılıklar vardır?
İ.D.: Malzeme var ama sistem, koşulları sağlamakta yetersiz. Şu andaki sistem sanat yapma da ne yaparsan yap diyor. Yarışmalar falan ama ihtiyaç yokmuş gibi sistem şu an.
Devletçi değilim ama devlet desteklemeli. Türkiye’de yapılamıyor. En azından mekan temin edilmeli.Özgürlük alanları yaratılmalı mahalle baskısı olmadan. Beyoğlu gibi bir sürü yer olması lazım. Batı’da kompleksler içinde yer alıyor. Olanlar da bırakılıyor. Sistem ucuz, ekonomik az parayla sanat yapmayı sağlamalı. Bu motivasyonu arttırıyor. Kaygıyı azaltıyor.
Devlet, belediyeler, üniversiteler burs platformu sağlayabilmeli. Koşullar olmayınca insanlar kendi koşullarını yaratmaya çalışıyor. Modern aile, birey dediğimiz kişiler. Sanat yapmaya çalışıyorlar.

E.B.:Sanatı seçmek isteyen gençlere cesaretli olmaları konusunda ne gibi veriler sunabilirsiniz?
İ.D.: Türkiye’de genç olarak potansiyel var ve değerlendirilemiyor. Ama platform var. Türk ressamları zar zor geçiniyor. Hep bütün ressamlar aynı anda para gördü seksenlerden sonra. Kimisi öğretmenlik yapıyor Cemal Süreyya gibi. Türk sanatının değerlendirme, analiz eksiği var.İş yapılıyor nokta. Türkiye’de yapılan klasik sanatlar ortaya çıkıyor. Yani üç ayağı dersek. Değerlendirme, ürün, alan var. Ama modern ya da Post-modern anlamda analiz eden değerlendirme de yani metin yok. Araştırma yok. Genel olarak yerli yerine koyan yok. Birileri çıkıyor sizi yok sayıyor. Değerlendiremiyorlar. Sanat felsefesi yok bizde.
-Bu kadar sıkıntı da sanatı bırakmayı düşündünüz mü?
Dönem dönem oldu. Bizim tarihimiz Türkiye’nin kriz tarihiyle örtüşüyor.

E.B.:Türkiye’de entellektüel kitle toplumu yönlendirmekte etkili olabiliyor mu? Olamıyorsa sizce neden?
İ.D.: Yönlendirme dediğimiz saygınlık yetmişlerden sonra.Bizim gibi ülkelerde Türkiye’ de haksızlık ediyorlar.Sanatçılar entellektüel konumdadır.Entellektüel farklı toplumsallık diye bir şey yok. Cemaatlerin entellektüelleri var. Homojenlik bozulunca toplumsallıktan bahsedemeyiz. Entellektüelliğin ne olduğuna bakmak gerekir.Toplumsallık modern bir şey.Ulusal lafına sinir oluyorum A grubu, B grubu diye bir şey yok. Modernlik parçalanmışlık değil. Röportaj da modernliğin bir parçası.Cemaatte olsaydın izin almadan bunu yapamazdın.Hocalarınızın bunu size çok iyi anlatması lazım.Tahmin ediyorum Genco Gülan'da bunu çok iyi yapar , siyaset okumuş birisi.

E.B.: Çok teşekkür ederim.